Şiir Akımları

DADAİZM

I. Dünya Savaşı'nın getirdiği umutsuzluk, yıkımlar, barbarlık, sanat alanındaki ve gündelik yaşamın zorlukları, burjuva değerlerinin tiksinçliği, entelektüel katılığın ve varolan sanatsal düzenlerin reddedilmesi şeklinde ortaya çıkan boğuntu ve dengesizliğin akımıdır. Teknolojiye olan bağlılığa, toplumun yozlaşmasına, burjuva toplumuna ve onun için önemli olan her şeye, geleneklere, dine ve hatta sanatın kendisine bile karşıydılar.
1916'da Zürih'te ortaya çıktı. Hugo Ball’in açtığı Cabaret Voltaire adlı bir kafede toplanan, aralarında Tristan Tzara, Jean Arp, Richard Hülsenbeck, Hugo Ball, Marcel Janco ve Emmy Hennings'in de bulunduğu bir grup savaş karşıtı genç sanatçı tarafından bir bildiriyle (manifesto) açıklandı.

Dada isminin Fransızca’da oyuncak tahta at ve "hobi" anlamına gelen "Dada"dan geldiği görüşünün yanı sıra Rusçada "evet" anlamındaki "da" nın tekrarı olduğunu ileri sürenler de olmuştur.

Dadaizmin bir sanat akımı olup olmadığı, aksine sanat karşıtı bir kavram olduğu dadaistler tarafından ileri sürülmüştür. Geleneksel sanatları, estetik kaygıları red etmeleri, kamuoyunu şaşkınlığa düşürmek ve sarsmak istemeleri eleştirildi. Sanatın arkasında bir anlam, bir mesaj kaygısı vardır; Dadaistler ise yaptıkları işlerin bir anlamı olmadığını, izleyen kişi bir anlam buluyorsa bunun tamamen onun problemi olduğunu söylüyorlardı.

Macar şair Tristan Tzara'nın çıkardığı "DADA" adlı dergi herkesin katkısıyla yayımlanıyordu. Genç şairler yeni şiir türlerini bu dergide denemeye başladılar. Fransa'nın en önemli yazarlarının katılımıyla kadro genişledi. Dada'ya ilgi gösterilmeye başlanmıştı. Savaş sonrası Almanya'daki aşırı sağ politikalara karşı tepkiler sürdü.

Toplumda yerleşmiş anlam ve düzen kavramlarına karşı dil ve biçimde yeni deneylere, deneysel anlatım tarzlarına yöneldler. Bu yoluyla sanatın canlandırılacağını düşündüler.

Dadacılık 1922 sonrasında etkinliğini yitirmeye başladı. Fütürizmden etkilenen dadacılar gerçeküstücülüğe (sürrealizm) yöneldi. Pek çok dadaist daha sonra sürrealist olmuştur. Çıkardıkları çok sayıda derginin içinde en önemlisi 1919-1924 arasında yayınlanan ve Andre Breton, Louis Aragon, Philippe Soupauld, Paul Eluard ile Georges Ribemont-Dessaignes’in yazılarının yer aldığı Litterature'dü.

Dadaizm, İsviçre ile sınırlı kalmadı, New York, Berlin, Köln, Paris ve Hannover kentlerinde de kendini gösterdi. Ancak şehirden şehire değişiklikler gözleniyordu; Almanya'da politik, Paris'te daha bir teatral, New York'da eğlenceli şekilde yorumlanıyordu. New York'daki önemli dadaistler Marcel Duchamp ve savaş sırasında Paris'ten kaçmış sanat öğrencisi Beatrice Wood; Paris dadaistleri ise kendilerine Cologne Dada grubu diyen Max Ernst, Hans Arp ve Alfred Grunwald idi. Alfred Grunwald, "ufak olsun, bize kalsın" diye düşünüyor, akımın yayılmasını istemiyordu. Büyük ihtimal bu yüzden, Paris'teki ilk Dada sergisinin açılması için 1921'e kadar beklenmesi gerekti. Farklı şehirlerdeki Dadaistler, çekirdek kadro ile sürekli bağlantı halindeydi

Aslında birçok Dadaist'in içine düştüğü bir yanılgı vardı. Bu kişilerin çoğu savaşın acılarını yaşamış, Avrupa'nın savaş alanlarında insanoğlunun başka bir insanoğluna neler yapabileceğini görmüştü. Sanata, sanat tarihine ve tarihin kendisine güttükleri nefret, aslında bu durumun bir yansıması idi. Yani uçsuz bucaksız bir nihilizmin etkisine girmişler, insanoğlunun ulaştığı hiçbir başarı; hatta sanat bile onları etkileyemez olmuştu.

Yarattıkları şeylerin tamamen tesadüfler sonucu oluşması ile üzerlerinde uzun uzun uğraşılmış, arkalarına fikirler yerleştirilmiş olması arasında hiçbir farkın olmadığını, sonucun değişmediğini görmüşlerdi. Yani sanatın "güzel" olduğunu düşünen toplum ve insanları öldüren toplum birbirinin aynıydı; o halde sanata saygı duymanın mantığı neydi? Dadaistler, yaşananlar için sanatçıları da suçluyordu ve işte bu yüzden kendilerine sanatçı demiyorlardı.

Yaptıkları işlerdeki anlamsızlık, savaş sonrası altüst olan dünyalarını ve yaşadıkları şaşkınlığı temsil ediyordu. Yani yaşanan kaosun sebeplerini bulmak yerine bu kaosun doğanın bir parçası olduğunu kabul etmeyi tercih ediyorlardı.

Belki bu kabul ve estetik kavramını inkar etmek, içinde oldukları dünyanın gerçek doğasını anlamalarına yardım edecekti. Doğada bir anlam ve düzen yoktu; sanatta neden anlam arasınlardı ki?

II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa'da "eylemlerine devam eden" birçok Dadaist Amerika'ya gitmeye zorlandı, gitmemekte ısrar edenler Hitler'e esir düştü, bir kısmının akıbeti şimdi bile belli değil. Muhtemelen Hitler tarafından öldürüldüler.

Dadaistler savaş sonrası sürrealizme ve sosyal gerçekçiliğe kaydıkça aktif sanatçılar gittikçe azaldı, akım da yavaş yavaş kayboldu. Kayboldu ama dedik ya, bugüne kadar pek çok sanatçı Dada'dan etkilenmeye devam etti. En son 2002'de Cabaret Voltaire, Dada hareketini anmak için bir müze haline getirildi; ki bu da demektir ki hala bir yerlerde sanat diye bir şey yoktur diye bağırınan birileri var!

------------------------------------------------------------------------


EMPRESYONİZM (İzlenimcilik)

İzlenimcilik, 19. Yüzyılın sonlarında Fransa'da resimle başlayan ve edebiyat, müzik gibi sanat dallarında etkili olmuş bir akımdır. Bu akım Sembolizmin bir aşaması olarak kabul edilebilir. Zira temsilcileri arasında sembolizmin önemli temsilcileri de yer almış ve bu akımın etkilerini taşıyan eserler vermişlerdir.
Empresyon, etki-duygu anlamındadır. Dış aleme, ondaki varlıklara ve nesnelere karşı ilgisizdirler. Sanatçının duyumuna bağlı olarak hayale ve soyut betimlemelere yer verilmiştir. Objenin kendisi değil de kişi üzerindeki izlenimleri önemlidir, bu nedenle realizmin karşıtıdır. Nesneyi doğrudan doğruya tasvir ve analiz etme yerine, onun uyandırdığı duyguları anlatma, dış unsurların kişinin kendi içerisinde birtakım izlenim, duygusal iz bırakmasını savunan sanat ve edebiyat akımıdır. Bu akım içerisinde yer alan sanatçılar, doğayı, çevreyi olduğu gibi değil, dış unsurların görünüşünü değiştirmeden, kendi izlenimleri yardımıyla olmasını tasarladıkları bir biçimde yansıtmaya çalışmışlardır.

Empresyonistler diş dünyanın kendi içlerinde bıraktığı izlenimi dile getirirler. Bu âlem, sanatçıya sadece heyecan ve duygusal dalgalanmalar veren bir uyarıcıdır. Önemli olan sanatçının kendi algılamaları ve bunları anlatma yöntemidir. Yorumlar ve izlenimler, sanatçıdan sanatçıya değişeceği ve her sanatçı, eserinde kendinde oluşan duyguyu ve izlenimi anlatacağı için, meydana getirilen edebî eser, yazarın veya şairin kişiliğine dair izler taşıyacaktır.

Edebiyatın bir amaca hizmet edemeyeceğini savunur. Empresyonist edebiyatçılar şiir, kısa hikaye, tek perdelik manzum piyes gibi kısa çalışmaları tercih etmişlerdir.

Bu akımın edebiyattaki temsilcileri Baudlaire ve Verlaine'dir.Edebiyatta Temsilcileri: Rilke, Arthur Rimbauld, James Jayce

İzlenimcilik Türk edebiyatında da Ahmet Haşim, Cenap Şehabettin gibi şairlerin üzerinde etkili olmuştur.

-------------------------------------------------------
İDEALİZM


Bireyci dünya görüşlere tepki olarak 20. yüzyılın başlarında doğmuştur. Dünyayı ve varoluşu bilinç ve düşünceye öncelik vererek açıklama öğretisinin temel olduğu felsefi akımın edebiyattaki uzantısıdır. İdealist felsefenin tüm özellikleri edebi eserlerde yer alır.. Çağcıl yaşamın artık makineleşen toplumları ve alabildiğine serpilip gelişen kentleriyle bireyi topluluk içinde yaşamaya zorladığını vurgulayan idealizm, bir arada yaşamanın yarattığı ortak kanı ve duyguları dile getirmeyi amaçlamaktadır.

İdealizm, varlığın düşünceden bağımsız olarak varolduğunu kabul eden "gerçekçilik", "maddecilik" ve "doğalcılık" felsefe anlayışlarının tam karşı kutbunda yer almaktadır. Varolan her şeyi "düşünce"ye bağlayıp ondan türeten; düşünce dışında nesnel bir gerçekliğin varolmadığını, başka bir deyişle düşünceden bağımsız bir varlığın ya da maddî gerçekliğin bulunmadığını savunur. Topluluk bilincini ve bu bilince göre bireyin varoluşunu, yaşamı belli belirsiz yönlendiren kimi tinsel gerçekleri betimlemeyi ön planda tutar.

Maddeyi yaratan ruhtur, madde, ruhun dışında var olamaz. Evren, düşüncemizin dışında var olamaz. Şeyleri yaratan fikirlerimizdir, bizleri çevreleyen şeyler düşüncelerimiz tarafından yaratılmaktadır. Düşüncelerimiz ise; doğadan ve insandan daha üstün bir ruh tarafından beynimize yerleştirilmektedir anlayışını savunurlar.
İdealizmin temelleri, Romains’le Chenneviere’nin yazdığı Petit Traite de Versification (Şiir üzerine küçük inceleme) ve Georges Duhamel’le Charles Vildrac’ın kaleme aldığı Notes su la Technique Poetique (Şiir tekniği üzerine notlar) adlı eserlerde ortaya konulmuştur. En büyük temsilcisi Fransız yazar Jules Romains’tir.

-----------------------------------------------------
Edebi Akımlar - Hareketler » SEMBOLİZM
SEMBOLİZM

19. yüzyılın sonlarında Fransa’da parnasizme karşı ortaya çıktı ve 20. yüzyıl edebiyatını önemli ölçüde etkileyen bir akım oldu. Bu akımın öncüleri, kendilerinden öncekileri çok materyalist gördüklerini iddia ederek, onları şekilcilikle suçladılar. Geleneksel Fransız şiirini hem teknik hem de tema açısından belirleyen katı kurallara bir tepki olarak başladı.

Parnasizmde dış gerçek önemliyken sembolizmde insanın iç dünyası önemlidir. Sembolistler okurun duygularına sembollerle seslenmeyi ve insanın hayal gücünü harekete geçirmeyi, şiiri; açıklayıcı işlevinden ve kalıplaşmış bir hitabetten kurtarmayı, insanın yaşantısındaki anlık ve geçici duyguları betimlemeyi amaçladılar.

Şiiri, dış musikiden çok, bir iç musiki ile bir duyurucu şiir halinde söylemeyi esas alan sembolistler musiki değeri olmayan kaba, kuru kelimeler kullanmayı sevmezler. Bireyin duygusal yaşantısını dolaysız bir anlatım yerine simgelerle yüklü ve örtük bir dille anlatmayı seçtiler. Yorumu okuyucuya bırakılmış, değişik yorumlar yaratan şiirin mükemmel olduğu savunulmuştur.

Dile getirilmesi güç sezgi ve izlenimleri canlandırmaya, şairin ruhsal durumunu ve gerçekliğin belirsiz ve karmaşık birliğini dolaylı biçimde yansıtacak özgür ve kişisel eğretileme ve imgeler aracılığıyla varoluşun gizemini aktarmaya çalıştılar.

Baudlaire ve Rimbaud sembolizmin hazırlayıcısı olarak kabul edilir. Başlıca temsilcileri Charles Baudelaire’nin şiir ve görüşlerinden fazlaca etkilenen Fransız Stephane Mallarme, Paul Verlaine, Valery Sembolik yazarlar arasında Jules Laforgue, Henry de Regnier, Rene Ghil, Gustave Kahn, Belçikalı Emile Verhaeren, ABD’li Stuart Merrill, Francis Viele Griffin, tiyatroda Maeterlinck' de yer alır.

Servet-i Fünun döneminde Cenap Şehabettin "Elhan-ı Şita" adlı şiiriyle bu akımın ilk uygulayıcısıdır. Bu akımın en önemli temsilcisi Ahmet Haşim'dir. Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Muhip Dıranas, Cahit Sıtkı Tarancı'nın şiirlerinde de sembolizmin etkileri görülür.

-------------------------------------------------
ROMANTİZM (Coşkuculuk)

Duygu, coşku ve sembole aşırı yer veren romantizm akımı 18. yüzyılın sonunda ortaya çıkan ve 19. yüzyılın ortalarına kadar süren edebi akımdır. Kendisinden önceki klasizme bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Önce bir ön-romantizm dönemi denilen gelişmeler yaşanmıştır. Bu gelişmelerin en önemlisi, halkın beğenisinin klasizmin görkemli, katı, soylu, idealize edilmiş ve yüce anlatım biçiminden, daha yalın ve içten ve doğal anlatım biçimlerine kaymış olmasıydı. Romantizm, klasizmin düzenlilik, uyumluluk, dengelilik, akılcılık ve idealleştirme gibi özelliklerine bir başkaldırı niteliğindedir. Romantizm, doğduğu çağın akılcılığı ve maddeciliğine tepki olarak bireye, öznelliğe, akıl dışılığa, düş gücüne, kişiselliğe, kendiliğindenciliğe ve aşkınlığa, yani sınırları zorlayıp geçmeye önem verir.

Tarihsel olarak bu dönemde gelişen orta soylu sınıfın, yani burjuvazinin duygu, düşünce ve yaşam tarzını ön plana çıkarır. Soyluların zarif sanat biçimlerini yapay ve aşırı incelikli bulan bu yeni sınıf, duygusal açıdan kendisine yakın hissettiği daha gerçekçi sanat biçimlerinden yanaydı. Böylece romantizm gelişme ve yaygılaşma şansı buldu.Romantizmin en önemli habercisi Fransız filozof ve yazar Jean Jacques Rousseau'dur.

Aydınlanma projesinin fiilen çöküşü, Aydınlanmanın toplum, ahlâk ve siyaset teorisinin yetersizliğinin farkına varılması büyük bir etki yapmıştır. Bu nedenle, Romantik filozoflar, Aydınlanmanın katı ve kuru bilimciliği yerine estetikçi bir tavır benimsemişlerdir. Başka bir deyişle, yaratıcı sürecin, yapma ve analitik olan akıl tarafından değil de, duygular ve sezgi yoluyla anlaşılabileceğini savunan romantik felsefe, düzenli, rasyonel ve ölçülü olana karşı çıkarken, doğrudan ve aracısız duyumlarla, yoğun duyguların önemini vurgulamışlardır.

Romantik felsefe, yanlış ve ikinci dereceden bir güç olarak gördüğü akla şiddetle karşı çıkar, aklın yaptığı tüm ayırımların yapay olup, gerçekliği parçaladığını ve anlaşılmaz hale getirdiğini savunur. Başka bir deyişle, romantizmde rasyonel analiz ya da deneysel araştırmanın yerini sezgiye ve duyguya beslenen güven, bilimin yerini doğa felsefesi alır. Romantikler Aydınlanma çağının kuru akılcılığına şiddetle karşı çıkıp, doğanın gizlerine, bilim adamının matematiko fiziksel yöntemleriyle değil de, yaratıcı coşum yoluyla nüfuz edilebileceğini savunmuş ve sonsuzluğa erişmenin yolları olarak, aşkı, doğaya tapmayı, dini tecrübeyi ve artistik yaratıcı faaliyeti göstermişlerdir.

Romantizm, siyaset felsefesinde ise, evrenselciliğin yerine milliyetçiliği öne çıkarmıştır. Onda, Özgür ve eşit bireylerden meydana gelen toplum idealinin yerini, her insanın konumunu bildiği, geleneksel kökleri olan organik bir cemaat ideali alır.

Romantizm akımı değişik ülkelerde değişik biçimlerde ortaya çıkmış ve gelişmiştir. İngiliz edebiyatında daha çok şiirde kendini gösterir. İngiliz şiirinde kalın bir çizgide kendini gösteren romantizmin bu çizgideki ilk ismi William Wordsworth'tur. William Wordsworth ve Samuel Taylor Coleridge'nin 1790 yılında birlikte yayınladığı Lirik Balatlar adlı eserromantizmin bildirgesi sayılır. Tabiata karşı kutsal saygı düşüncesini benimser ve şiirlerinde doğayı yapmacıksız bir şekilde anlatır. Ayrıca Samuel Taylor Coleridge, Percy Bysshe Shelley ve John Keats William Blake de bu çizgide yer alır. Çizginin en kalın yerinde ise Lord Byron bulunur.

Fransa'da Chateaubriand ve Madame de Stael ilk romantizm temsilcileridir. Victor Hugo, Alphonse de Lamartine, Alfred de Vigny, Nodier, Soumet, Deschamp, Alfred de Musset, büyük romantik yazarlardır.

Almanya’da önceleri bir sanat hareketi olarak ortaya çıkan romantizm, kısa bir süre içinde bir dünya görüşü ya da felsefe hareketi olarak 18. yüzyılın ikinci yarısında "coşkuculuk" hareketiyle birlikte gelişir. Bu hareketin öncüleri Klopstock ve Herder romantizmin müjdesini verir. Ancak, Alman edebiyatında romantizme giden kapıyı dünya edebiyatının en büyük isimlerinden biri olan Johann Wolfgang Goethe açmıştır. "Genç Werther'in Acıları" romanında Goethe döneminin acılarını duygusal bir dille anlatmıştır. "Wilhelm Miester" ve "Wilhelm Miester'in Seyahat Yılları" adlı eserlerinde toplumun yeniden düzenlenmesi sorununa dokunur. Ama onun en büyük eseri "Faust"tur. Goethe'nin açtığı yoldan ilerleyen Friedrich von Schiller ise yapıtlarında özgürlük, isyan, doğa, ihtilal gibi romantiklerin yaslandığı temel kavramları yadsımadan, tarih olgusunu zenginleştirmiştir. "Haydutlar", "Hile ve Sevgi", "Mary Stuart" ve "Wilhelm Tell" gibi yapıtlarında despot yönetime başkaldırma temalarını işleyen Schiller'in bu tarihi yönelimi, daha sonraki Alman romantiklerini de geliştirmiştir. Romantizmin Alman şiirindeki öncüsü ise Heinrich Heine'dir

Aleksandr Puşkin, Rus toplumunun renkliliğinden de yararlanarak bu akımı zengileştirmiştir. Yapıtlarında kullandığı yerel temalar nedeniyle kimi eleştirmenlerce Puşkin, Rus edebiyatında gerçekçiliğe giden yolun açıcısı olarak da değerlendirilir.

İtalyan edebiyatında Romantizm akımı içinde anılması gereken iki isim vardır; Alessandro Manzonil ve Giacomo Leopardi.

Türk edebiyatında "Tanzimat Dönemi" yazarları romantizmden etkilenmiş bu akımı çağrıştıran eserler vermiştir. Hugo'dan etkilenen Namık Kemal'in roman ve tiyatro yapıtlarında, Abdülhak Hamit'in şiir ve tiyatro yapıtlarında, Recaizade Mahmut Ekrem'in şiirlerinde, Tevfik Fikret'in ilkdönem şiirlerinde, Ahmet Mithat'ın yapıtlarında romantizmin etkisi görmek mümkündür.
------------------------------------------------------------------------
REALİZM (Gerçekcilik)

Bir estetik ve edebi kavram olarak 19. yüzyıl ortalarında Fransa'da ortaya çıkmıştır.
Hem klasizme hem de romantizme bir başkaldırı olarak ortaya çıktı. Amaç, sanatı klasik ve romantik akımların yapaylığından kurtarmak, çağdaş eserler üretmek ve konularını öncelikle yüksek sınıflar ve temalarla ilgili değil, toplumsal sınıflar ve temalar arasından seçmekti. Realizmin amacı, günlük yaşamın önyargısız, bilimsel bir tutumla incelenmesi ve bir bilim adamının klinik bulgularına benzer nesnel bir bakış açısıyla ortaya konmasıdır. Örneği bu akamın iki güçlü temsilcisi Gustave Flaubert'in Madame Bovary adlı romanı ile Emile Zola'nın Nana adlı romanında cinsellik ve şiddet edebi bir mikroskop altında incelenerek olanca çıplaklığıyla ortaya konulmuştur.

Gerçeği değiştirmeden; tüm çirkinlikleri, bayağılıklarıyla yansıtmayı amaçlamıştır. Toplumu incelemek, toplum ve insan gerçeklerini olduğu gibi yansıtmak, eleştirmek düşüncesiyle doğan gerçekçilik akımının oluşmasına olguculuk (positivizm) felsefesinin büyük payı olmuştur.

Sanat ve edebiyatta akımların başlayış ve bitişleri kesin çizgilerle birbirinden ayrılamaz. Bir akım varlığını sürdürürken onun yanıbaşında bir başka akım da oluşup gelişir. Nitekim Honore de Balzac Romantizm akımının egemen olduğu yıllarda yaşamasına karşın gerçekçiliğin öncüsü ve kurucusu olmuştur. Balzac "Goriot Baba" ve "Vadideki Zambak" gibi romanlarında dönemine eleştirel bir ayna tutmuştur.

Realizm felsefesinin altında güçlü bir felsefi belirlenimcilik yatar. Fransız edebiyatında Flaubert, Zola'nın yanısıra Honore de Balzac, Stendhal, Rusya'da Lev Tolstoy, İvan Turgenyev, Fyodor Dostoyevski, İngiltere'de Charles Dickens ve Anthony Trollope, Amerika'da Theodore Dreiser, İrlanda'da James Joyce realizmin önemli temsilcileridir. Realizm, 20. yüzyıl romanının gelişimini de önemli ölçüde etkilemiştir. Realizmin etkisini, Henri B. Stendal da gerçekçilik akımının öncü yazarları arasında yer alır. "Bir roman yol boyunca gezdirilen ayna demektir" düşüncesinden hareketle döneminin çelişkilerini, insan ve toplum ilişkilerini süslemesiz bir anlatımla yansıtan Stendal, "Kırmızı ve Siyah" ve "Parma Manastırı" gibi romanlarında savaşı, sevgiyi, kiliseye karşı duyulan nefreti insan açısından gerçekçi bir biçimde ele almıştır.

Bu akımın diğer büyük yazarları arasında Fransız edebiyatının usta ismi Gustave Flaubert'i, İngiltere'nin dünya edebiyatına kazandırdığı Charles Dickens'ı ve Amerikan edebiyatından Nathaniel Hawthorne ile Herman Melville'yi saymak mümkün.

Türk edebiyatında realizmin etkisi, Servet-i Fünun döneminde başlar. Samipaşazade Sezai'nin "Sergüzeşt", Recaizade Mahmut Ekrem'in "Araba Sevdası", Halit Ziya Uşaklıgil'in "Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnu, Kırık Hayatlar", Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun "Kiralık Konak, Yaban" adlı romanlarında, Nabizade Nazım'ın "Karabibik" adlı köy gerçeğini yansıttığı romanında. Memduh Şevket Esendal "Ayaşlı ve Kiracıları"adlı yapıtıyla, Reşat Nuri Güntekin'in, Refik Halit Karay'ın, Sait Faik Abasıyanık'ın yapıtlarında realizmi görmekteyiz.

Şiir Ödülleri

Cemal Süreya Şiir Ödülü

1990'da kaybettiğimiz Cemal Süreya anısına düzenlenen şiir ödül, 1991 yılından beri verilmektedir. Üç yıl ara verilen ödül, 2004'den beri Cemal Süreyya Kültür ve Sanat Derneği tarafından devam ettirilmektedir. Yayımlanmış Kitap Ödülü ve Yayımlanmamış Dosya Ödülü olmak üzere iki dalda ödül verilir.


Yarışmaya son baş vuru Ekim ayında yapılmaktadır. Başvuru tarihinde Eylül sonrasından, başvuru tarihine kadarki bir yıl içinde yayımlanan kitaplar ile yayımlanmaya hazır dosyalar katılmaktadır. Ödül, her dalda tek yapıta verilir.


Adres: Cemal Süreya Kültür Sanat Derneği


Karslı Ahmet Caddesi, Başak Sokak No:7

İçerenköy – İstanbul


Tel: (0216) 469 58 87


http://www.cemalsureya.net/
-------------------------------------------------


Yunus Nadi Şiir Ödülü

Cumhuriyet Gazetesi, Yunus Nadi'nin anısını yaşatmak düzenlenmektedir. 1946'dan bugüne, çeşitli dallarda ödül verilmektedir. En uzun soluklu ödüllerden olan Yunus Nadi ödülünün hangi dallarda verileceği ve katılma koşulları Cumhuriyet gazetesi tarafından duyurulmaktadır.

Yunus Nadi Şiir Ödülü’nü kazananlar (şiir dalında)


1951-52 En güzel şiir Azmi Tekinalp
1956-57 "Tarlabaşı' nda Bir Ben Varım Bir Senin Yokluğun" ile Asaf Çiğiltepe
1990 "Düş Günle" adlı kitabı ile Güven Turan
1991 "İnsan Yüzünün Tarihinden Bir Cümle"adlı kitabı ile Kemal Özer
1991 "Bir Albümde Dört Mevsim" adlı dosyası ile Güven Turan
1992 "Deniz Unutma Adını" adlı dosyası ile Ahmet Erhan
1992 "Vakit Yok Hüzünlenmeye" adlı kitabı ile Ahmet Ada
1993 "Kirli Tarih" adlı dosyası ile Hüseyin Yurttaş
"Aşklar Yedeğinde Ömrümüzün" adlı kitabı ile Ahmet Özer
"Kadınlar Geceleri sever Geceleri güzel Bakarlar" adlı kitabı
ile Nurullah Can
1994 "Söyle Gölgen de Gitsin" adlı kitabı ile Hüseyin Ferhad
1995 "Kum Resmi" adlı dosya ile Kağan Kök
1996 "Meğer Söz Gümüş" adlı kitabı ile Sina Akyol
"Itır ve Güneş" adlı kitabı ile Aydın Afacan
1997 "Geçtiği Her Şeyi Öpüyor Zaman" adlı dosya ile Enver Ercan
"Ses Sözden Eksilince" adlı kitabı ile Derya Çolpan
1998 " Boşanma Dosyası" adlı dosyası ile Nazmi Ağıl
"Kule" Mehmet Kâzım Kumpasoğlu
1999 "Acının Gümüşü" adlı kitabı ile Ahmet Uysal
2000 " Kirlenmiş Kağıtlar" adlı kitabı ile Sennur Sezer
2001 "Asyalı Ayyaş" ile Raif Özben
2002 "Saat Farkı" adlı kitabı ile Roni Margulies
"Aşk Ey" adlı kitabı ile Ahmet Necdet Sözer
2003 "Marathon" adlı kitabı ile Yılmaz Gruda
2004 "Kaybolmuş Bir Köpek İlanı" dlı kitabı ile Ahmet Erhan
"Zifir" dlı kitabı ile Tuğrul Keskin
2005 "Lanettayin Bir Şair" ile İsmail Uyaroğlu
"zamansız" adlı dosyası ile Ali Püsküllüoğlu
2006 “Balkonda Akşamüstü” adlı kitabı ile Ruşen Hakkı
2007 "Yol Dolayları" adlı kitabı ile Yüksel Pazarkaya
2008 Abdulkadir Budak
Veysel Çolak

----------------------------

Yeditepe Şiir Armağanını

Hüsamettin Bozok tarafından Yeditepe dergisi ve yayınları adına kurulmuştur. 1955 yılından itibaren verilmeye başlanmış şiir ödülün ilkini Oktay Rifat, sonuncusunu Necati Cumali kazandı. Ödül, bir önceki yılın, seçiciler kurulunca beğenilen şiir kitabına veriliyordu. Kesintiyle de olsa 30 yıla yakın süre içinde edebiyatın gündemine ağırlığını koyan ödülün verilmesi 1985 tarihinde son buldu.
-----------------------------------------------------

Şiir Ödülleri » Uluslararası Nazım Hikmet Şiir Ödülü
Uluslararası Nazım Hikmet Şiir Ödülü


Nâzım'ın anısını yaşatmak, yapıtlarının yaygınlaşmasını sağlamak, çağdaş şairlerin sanata katkısını değerlendirmek amacıyla Nâzım Hikmet Vakfı tarafından iki yılda bir düzenlenen uluslararası Nâzım Hikmet Şiir Ödülü'nün ikincisi Martinikli şair Aimé Césaire'nin oldu. 1995'de ilk ödül Fransa'da yaşayan Lübnanlı Şair Adonis'e verilmişti.

----------------------------------------------------

Orhon Murat Arıburnu Şiir Ödülü


Şair, sinemacı Orhon Murat Arıburnu anısına Hüseyin Alemdar'ın şahsi girişimi ve gayreti ile Şiir ve sinema dalında düzenleniyor.

Şiir ödülleri; yayımlanmış kitap ve yayıma hazır dosya dallarında veriliyor. Son başvuru tarihinden geriye bir yıl içinde yayımlanan kitaplar ile bütünlük taşıyan yayına hazır dosyalar katılabiliyor.


Orhon Murat Arıburnu Şiir Ödülü’nü kazananlar:


1990 Sunay Akın / "Makiler" adlı kitabı ile
1991 Gültekin Emre / "Düş Kuyusu" adlı kitabı ile
1992 Ali Asker Barut / "Rüzgarla Dolu" adlı kitabı ile
1993 Engin Turgut / "Küs" adlı kitabı ile
1994 Abdülkadir Budak / "İmzası Gül" adlı kitabı ile
Şerafettin Koca / "Pencere Gizleri" adlı dosya ile
1995 Mustafa Irgat / "Ait’siz Kimlik Kitabı" adlı kitabı ile
Altay Öktem / "Çamur Şiir" adlı dosya ile
1996 Şükrü Erbaş / "Dicle Üstü Ay Bulanık" adlı kitabı ile
Yelda Karataş / "Ürperme" adlı dosyası ile
1997 Bejan Matur / "Rüzgar Dolu Konaklar" adlı kitabı ile
Halil İbrahim Özcan / "Kırıklar" adlı dosya ile
1998 Ergül Çetin / "Zambak ve Yontu" adlı kitabı ile
Zeynep Uzunbay / "Yaşamaşk" adlı dosya ile
Çiğdem Sezer / "Kış Günü Aşk Evinde" adlı dosya ile
Haydar Ergülen / "40 Şiir ve 1" ile Cahit Külebi Jüri Özel Ödülü
1999 Zeynep Köylü / "Son Arzum Gül" adlı kitabı ile
Cahit Ökmen / "Melankolik Masal" adlı kitabı ile
Emel İrtem / "Divaneliğe Dönen Pergel" adlı dosya ile
2000 Betül Tarıman
Onur Caymaz / "Kah ve Rengi" adlı dosyası ile
Veysel Çolak / "Güzel Suç" il5e “Turgut Uyar Jüri Özel Ödülü.”
2001 Mehmet Mümtaz Tuzcu / "Yazöte'' adlı kitabı ile
Hüseyin Peker / "Ses Salkımları"adlı dosya ile
Tamer Gülbek / "Suda Tuhaf Hareketler''adlı dosya ile
2002 Süreyya Berfe / "Seni Seviyorum" adlı kitabı ile
Yılmaz Arslan / "Zamfir" adlı dosya ile
Enver Topaloğlu / "Pervaneler Kadar" adlı dosya ile
2003 Kitap dalında herhangi bir yapıt ödüle değer görülmedi
Hüseyin Köse / "Mahvedici Melek" adlı dosya ile
2004 Mehmet Öztek / Sentetik Rüyalar ile ve Arife Kalender / Deli Bal ile
Ali Özgür Özkarcı / Kambur ve Harita adlı dosya ile

-----------------------------------------------------------------------------


Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü

Edebiyat dünyasında saygın bir yeri olan Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü, 1986’dan beri her yıl düzenleniyor. Ödüle aday olan yapıtlarda Kansu’nun şiir anlayışı göz önüne alınarak, çağdaş bir dünya görüşü ve dil bilinci temel ölçüt olarak alınmaktadır.


1 Şubat 2006-1 Şubat 2007 tarihleri arasında yayımlanan bütün şiir kitapları ödüle katılabilir. Ayrıca, Ödül Yazmanlığı, bu dönemde yayımlanan kitaplar arasından kimi yapıtları da ödüle aday olarak gösterebilir.

Çeşitli nedenlerle kitap halinde basılmamış, ancak kitap bütünlüğü taşıyan şiirlerle de aday olunabilir
Tek bir şiir yapıtına verilen ödüle son katılma ve aday gösterilme tarihi 1 Şubattır.
Ödüle aday olacak yapıtlar, şairin adı, açık adresi ve kısa yaşamöyküsüyle birlikte 7 adet kitap ya da 7 kopya dosyayla (Ayhan Gökler, Selanik Caddesi No: 48/3, Kızılay/ANKARA) adresine gönderilecektir.

------------------------------------------------------------

Behçet Necatigil Şiir Ödülü


Behçet Necatigil anısına ailesi tarafından 1980'den beri düzenleniyor. 1993'e kadar şairin ölüm yıldönümünde verilen (13 Aralık'ta) ödül, 1994 yılından itibaren doğum yıldönümü olan 16 Nisan'da verilmeye başlanmıştır.

Ödüle değer eser olmadığı için 1989 ve 1998 yıllarında verilmeyen ödül diğer yıllarda aksamadan verilmiştir.

Ailesi Ödülün amacını: "Şiir, Behçet Necatigil’in yaşamında çok büyük bir yer tutuyordu, belki de onun için en önemli olguydu. Necatigil Şiir Ödülünün oluşturulmasındaki ana düşünce, onun şiire verdiği önemi, ölümünden sonra da, onun adına sürdürmek isteği oldu. Ayrıca Behçet Necatigil’in adı, ardında bıraktığı yapıtların yanı sıra bu ödülle de yaşatılmak istendi." şeklinde açıklamaktadır.

Son başvurular genelde mart ayı içinde yapılmaktadır. Son bir yıl içinde yayımlanan şiir kitaplarından sekiz adedi, kısa özgeçmişleri, telefon numaraları ve adresleri ile birlikte Necatigil Şiir Ödülü Seçiciler Kurulu Sekreterliği, P.K. 109, 34349 Beşiktaş-İstanbul adresine göndermeleri gerekiyor. Ödül tutarı, 1500 YTL. Bilgi 0212 293 06 65 No'lu telefondan alınabilir.
-------------------------------------------------------------

Behçet Necatigil Şiir Ödülü

Behçet Necatigil anısına ailesi tarafından 1980'den beri düzenleniyor. 1993'e kadar şairin ölüm yıldönümünde verilen (13 Aralık'ta) ödül, 1994 yılından itibaren doğum yıldönümü olan 16 Nisan'da verilmeye başlanmıştır.

Ödüle değer eser olmadığı için 1989 ve 1998 yıllarında verilmeyen ödül diğer yıllarda aksamadan verilmiştir.

Ailesi Ödülün amacını: "Şiir, Behçet Necatigil’in yaşamında çok büyük bir yer tutuyordu, belki de onun için en önemli olguydu. Necatigil Şiir Ödülünün oluşturulmasındaki ana düşünce, onun şiire verdiği önemi, ölümünden sonra da, onun adına sürdürmek isteği oldu. Ayrıca Behçet Necatigil’in adı, ardında bıraktığı yapıtların yanı sıra bu ödülle de yaşatılmak istendi." şeklinde açıklamaktadır.

Son başvurular genelde mart ayı içinde yapılmaktadır. Son bir yıl içinde yayımlanan şiir kitaplarından sekiz adedi, kısa özgeçmişleri, telefon numaraları ve adresleri ile birlikte Necatigil Şiir Ödülü Seçiciler Kurulu Sekreterliği, P.K. 109, 34349 Beşiktaş-İstanbul adresine göndermeleri gerekiyor. Ödül tutarı, 1500 YTL. Bilgi 0212 293 06 65 No'lu telefondan alınabilir.

------------------------------------------------------

Attila İlhan Şiir Ödülü :


Karşıyaka Belediyesi tarafından 2003 yılından bu yana 'Homeros Şiir Ödülü' adıyla verilen ödülün adi geçen yıl 'Attilâ İlhan Şiir Ödülü' olarak değiştirilmişti. İş Bankası Yayınları'nın da aynı adla ödül düzenlenmesi üzerine Homeros Şiir Ödülü bu yıl, (2008'de) Şükran Kurdakul adına düzenlenendi.

Ödül Yönetmeliği:

1- Ödül, 30 yaş ve altı herkese açıktır.

2- Yarışmaya katılacak şiirler için tema sınırlaması yoktur.

3- Şiir Ödülüne, 2006 yılında basılmış şiir kitapları ve basıma hazır kitap bütünlüğü olan
dosyalar katılabilir.

4- Yarışmaya katılacak dosyalar çift aralıklı yazılmış olmalıdır.

5- Ödül tutarı :
1. 1500 YTL,
2. 1000 YTL
3. 750 YTL
Seçici kurul uygun gördüğü takdirde ödülü bölüştürebilir.

6- Ödüle son başvuru tarihi 15 Ocak 2007 günüdür. Ödül , 21 Mart 2007
düzenlenecek olan Dünya Şiir Gününü kutlama etkinliği sırasında açıklanacak
ve sahiplerine verilecektir.

7- Ödüle katılanların dosya ya da kitaplarının 6'şar adetini 'Karşıyaka Belediyesi Kültür
Müdürlüğü, 1713 so. No:45 Tayfun Ap. K:3 35600 Karşıyaka -İZMİR' adresine
APS; Kargo, Taahütlü Posta ile göndermeleri ya da elden teslim etmeleri gerekmektedir.

8- Ödüle katılan dosya ve kitaplar iade edilmez.

9- Ödül hakkında bilgi: Melih Elhan (Ödül Sekreteryası)
Tel: 0 232 364 52 04 - 368 88 68'den 174 - 188 (Hafta içi 08.00-17.00)


Seçici Kurul Üyeleri:
Veysel Çolak
İsmail Mert Başat
Nuri Demirci
Mehmet Mümtaz Tuzcu
Baki Ayhan T.

----------------------------------------------

Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü:


1995 yılından beri verilmekte olan ödüle, her yıl 15 Mart tarihine kadar yayımlanmamış şiir kitapları katıla bilinir. Mayıs Yayınları, Milli kütüphane Caddesi, Elhamra İş Hanı, 31/704 Konak- İzmir. tel: 0090 (0236) 4464636

Bir Şiiri İnceleme Ödülü
2006 yılında Hayriye Ersöz’ün kazandığı Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü’ nün, on ikincisi

“Bir Şiiri İnceleme“ alanında veriliyor. Beş yılda bir verilen ve ilkini 2001 yılında Bâki Asiltürk ve Mehmet Kâzım’ın aldığı ödülün katılım koşulları şöyle:

1) Katılımcılar -seçici kurulda yer alan şairler hariç olmak üzere- Türkçe
diledikleri şairin diledikleri şiirini, inceleme konusu yapabilirler.
2) İncelemeler tek bir şiir üzerinde yapılmış, hiçbir yerde yayımlanmamış, çift aralıkla
yazılmış ve 10 sayfadan az olmamalıdır.
3) İncelemeler, nesnellik temelinde geliştirilerek, gereksiz övgü ve yergiden uzak
tutulmalıdır.
4) Birden çok incelemeci ortak çalışmayla Ödüle aday olabilir.
5) Adaylar birden çok çalışmalarıyla da Ödüle katılabilirler.
6) “Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü“ nü şiir dosyası dalında bugüne kadar almış olan kişiler
de -yalnızca bu yıl için geçerli olmak üzere- Ödüle ikinci kez aday olabilirler.
7) Ödül alan ve övgüye değer bulunan çalışmalar Mayıs Yayınları tarafından telif
hakları gözetilerek kitaplaştırılacaktır.
8) Ödüle gerçek kimlikle katılınır. (Yazarlık adı farklı ise ayrıca belirtilmelidir.) Açık adres,
telefon numaraları, kısa yaşamöyküsü de incelemelere mutlaka eklenmelidir.
9) Çalışmalar 6 kopya olarak, 15 Mart 2007 tarihine kadar; Mayıs Yayınlarının,
Sakarya Cad. Özkanlar 35 Apt. A Blok, No: 36 / 20, Manavkuyu, Bornova – İzmir
adresindeki Ödül sekreterliğine, APS, kargo ya da taahhütlü posta ile
gönderilmeli veya elden teslim edilmelidir.
10) Ödül töreni Arkadaş Z. Özger’in ölüm yıldönümü olan 5 Mayıs 2007 günü yapılacaktır.
11) Seçici Kurul: (ABC sırasıyla) Sina Akyol, Orhan Alkaya, Bâki Asiltürk, Suat Çelebi, Mehmet H. Doğan, Mehmet Kâzım.

2007’den itibaren “İlk Kitap Özel Ödülü„ verilecek

Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü bünyesinde, 2007 yılından başlayarak “İlk Kitap Özel Ödülü“ de verilecek. 2006 yılı içinde yayımlanmış ilk şiir kitapları arasından, katılım koşulu aranmaksızın verilecek ödülün amacı; diğer yayınevlerini de ilk şiir kitabı yayımlama konusunda cesaretlendirmek. Özel Ödül, Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü seçici kurulunun sürekli üyeleri ve dönüşümlü olarak görev yapmış tüm üyeleri tarafından sorgu yöntemiyle belirlenecek.

-------------------------------------------------------------------------

Ali Rıza Ertan Şiir Ödülü

Buca Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğünce düzenlenen Ali Rıza Ertan şiir Ödülü

Yönergesi

1- Ali Rıza Ertan Şiir Ödülü'ne yayımlanmamış 5 (beş) şiir ile katılı sağlanır. Konu ve
dize sınırlaması yoktur.
2- Açık (gerçek) isimle katılmak zorunludur.
3- Ödüle 1971 yılı ve sonrası doğumlular katılabilir..
4- Şiirler, bilgisayarda düzenlenmiş olarak 8 (sekiz) kopya olarak gönderilmelidir.
5- Başvuru yazısına katılımcının adı, soyadı, kısa özgeçmişi, posta (elektronik posta)
adresi ve telefon numarası yazılmış olmalıdır.
6- Şiir Ödülüne son katılım 22 Mayıs 2006 Pazartesi günü saat 17:00'ye kadar yapılmalıdır.
7- Yapıtlar posta, kargo ya da elden "Ali Rıza Ertan Şiir Ödülü 2006" Buca Belediyesi
Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü Kültür-Sanat Merkezi Uğur Mumcu Cad. No:29 -
35160 Buca / İZMİR adresine ulaştırılmalıdır. Postada meydana gelecek
gecikmelerden Müdürlüğümüz sorumlu değildir.
8- "Ali Rıza Ertan Şiir Ödülü" Töreni 12 Haziran 2006 Pazartesi saat 20:30'da Buca
Belediyesi Kültür-Sanat Merkezinde düzenlenecek kokteyl ile verilecektir.
9- Seçici Kurul; Ahmet Günbaş, Eftal Sevinçli, Halim Yazıcı, Hidayet Karakuş, M.Kadri
Sümer, Hüseyin Yurttaş ve Sedat Şanver'den oluşmaktadır. Jüri sekreterliğini
Bekir Yurdakul yürütür.
10- "Ali Rıza Ertan Şiir Ödülü" 750.-YTL. dir. Jüri değer bulduğu taktirde "Başarı Ödülü"
verilebilir. Bu taktirde Başarı Ödülü 300.-YTL'dir..
11- Sonuçlar 5 Haziran 2006 Pazartesi günü internet sitemizde yayınlanacaktır.
12- Yarışma sekreterliğini Buca Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü Kültür-Sanat
Merkezi yürütür.

Bilgi İletişim:
Buca Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü Kültür-Sanat Merkezi

Yarışma Sekreteri:
Nesim ORAL / Kültür-Sanat Merkezi Sorumlusu
Telefon: 0 232 420 02 32 / 420 00 96
Yarışmamızın yönergesi Buca Belediyesi internet sitesi www.buca.bel.tr adresinden de temin edilebilir.

Kaynak şiir Akademisi

Şiir Üzerine Okumalar

ŞAİR DUYARLILIĞI
Afşar TİMUÇİN


Hiçbir sanat yoktur ki sanatçı için özel bir duyarlılık, özel bir seziş, özel bir bakış biçimi gerektirmesin. Bunun bir başka anlamı şiir yazabilmek için şair olmanın, resim yapabilmek için ressam olmanın, tiyatro yapabilmek için tiyatrocu olmanın bir zorunluluk olduğudur, insanlar genelde sanatçıyı sanat yapmakta üst yetenekleri gelişmiş olan insan diye düşünmezler, doğuştan ya da başka bir yerden özel yetenekleri olan (özel yetenekleri zaten varolan) insan diye düşünürler. Sanatçı dünyaya hazır gelmiş bir kişi değildir, sanatçı olarak dünyaya düşmüş ya da gönderilmiş biri değildir. Bilincimiz eğilimlerimize göre gelişir, dünyayla ilişkilerimizin niteliğine göre gelişir. Şair olmak da böylesi bir gelişimin sonucudur. İnsanın önce kendini şair kılması gerekir. Şiir yazabilmek için şair olmak bir zorunluluktur. Şiir yazmak da şair olmak için zorunluluktur. Öyleyse şiir yaza yaza şair oluruz ve şair olduğumuz zaman ya da şair olduğumuz için şiir yazarız.

Bu bize ustalığın özel bir duyarlılığa ulaşma olduğunu gösterir. Şair elinde şiir yazmak için olanaklar bulunduran insan değildir, tüm bilincini şiir yönünde oluşturmuş insandır. Bilincimiz bir şair bilinci olduğu zaman şiirimiz gerçek şiir olacaktır. Bunun bir başka anlamı şairliğin bir yaşam biçimi olduğudur. Şairliğin bir yaşam biçimi olması kişinin şairliğini ona buna kanıtlamak için çeşitli acaiplikler yapması, boynuna kırmızı fularlar takıp kendini kasa kasa yürümesi gibi işlemleri gerektirmez. Tersine, tüm gerçek sanatçılar gibi gerçek şairler de sıra insanlarıdırlar. Şair olmak herşeyden önce şairce algılayan olmak demektir, daha sonra şairce bileşimler yapan olmak demektir. Genelde sanılır ki şair bir anlam yakaladığı zaman onu ustalığıyla şiire dönüştürür. Hayır, hiç de öyle olmaz, şair bir anlamı şairce yakalar. Evet, önce fikir vardır, sonra bu fikirden çeşitli yaratma süreçleri boyunca gösterilen çabayla yapıt oluşur. Ancak bu şiir dışı bir fikrin şiire çevrilmesi, şiire dönüştürülmesi anlamına gelmez. Şimdi fikri bulduk, tamam, eh bunu biz ağır ağır şiire dönüştürelim, şairce söylemeye başlayım, ona şiir giydirelim, onu şiire uyarlı kılalım. Şairin, gerçek şairin yaşamında böyle bir deneyle karşılaşamazsınız.

Şairin tüm sezgileri, tüm algılayışları, tüm bakışı şaircedir. Esin gelip şiir bir taslak olarak kendini ortaya koyduğunda şiirsellik zaten belli bir ölçüde gerçekleşmiştir. Şair esinini şairce yaşamıştır, bu esin ona sözü şairce söyletmiştir. Ancak şair bundan sonra şiirini daha da şiir kılabilmek için çaba gösterecektir. Çünkü şair her ne kadar bir takım yetkinliklere, ustalık diyebileceğimiz kazanımlara ulaşmış kişi de olsa her şiirinde yeni bir yaratma çabasının içinde duyacaktır kendini. Şair olamamış bir kişinin uğraşa didine bir fikri biraz ya da biraz daha şiirsel kılabilmesi elbette olasıdır. Ancak şair nitelikleri kazanamamış bir kişinin ha deyince canını dişine takıp üst düzeyde bir şiirsel yaratıyı gerçekleştirebilmesi olası değildir. Ancak, böyle böyle şair olunduğu da doğrudur. Bunun için de en azından kişinin neyin şiir olup neyin şiir olmadığını bilecek kadar görgülü olması gerekir. Şiir olmayandan şiir olana doğru geçiş bir tür khaos'dan bir tür kosmos'a geçiş olduğuna göre kişinin en azından khaos'un nerede bitip tosmos'un nerede başladığını bilecek kadar bir duyarlılığı olması gerekir. Bu duyarlılık olmadığı zaman kişinin kendini çok yetkin şiirler yazan gerçek bir şiir ustası saymaması için hiçbir neden yoktur. Böyle bir kişi neyin şiir olduğunu neyin şiir olmadığını bilemediği için alt alta sıraladığı sözcüklerin bir şiir gücü ortaya koyduğunu sanabilir. Bu düşünmeyi bilmeyen kişinin bir iki kavramı yalapşap bir araya getirdiğinde büyük bir düşünce üretimini gerçekleştirdiği duygusuna kapılmasına benzer. Pek çok kişi üç kuruşluk bilgiyle bilgelikler üretmeye kalktığında ürününün niteliğini kavrayamamanın verdiği dağınıklıkla kendine hayran düşünür tipi çizebilmektedir. Şair olmadığını bilemeyen şair belki de dünyanın en zavallı insanıdır. Şiir piyasasında şair olmadan av yapmaya çıkmış insan bir ahlaksızdır, bir işbilirden başka bir şey değildir. Pekçok kişi para gücüne şair olur. Şair olmadığını bilmeyen şair ne kadar acınasıysa şair olmadığını bile bile şiir piyasasında av yapmaya çıkmış şair o ölçüde dayaklıktır. Ancak bu dayaklık adam şiirsiz şiirini para kuvvetine ya da başka bir şey kuvvetine pazarlamakta direndiği zaman tekkeyi bekleyen çorbayı içer yasasına göre hatta birinci sınıf şairler arasında yerini alacaktır. Bu yüzden adı şaire çıkmış, antolojilere geçmiş pekçok şair'in şair olmadığı ortadadır.

İnsanlar zor bir işi gerçekleştirmektense onun sahtesini aceleyle yapıp ortaya koymayı yeğliyorlar. Gerçekten şair olmak zor iştir. Bir şair duyarlılığı kazanmak için canınızı dişinize takacaksınız, bu duyarlılığı kazanmaya başladığınızda da şair olmayan şairlerin öldürücü oklarından korunmaya çalışacaksınız. Gerçek sanatçı (ki çok az sayıdadır) gerçek olmayan sanatçılar yığınının öfkesini çekecektir. Sorun bir yetenek ya da deha sorunu olmaktan önce bir çaba sorunudur. Gelgelelim, hiç de tembellik kaldırmayacak bir alan olan sanat alanında daha çok tembeller iş tutarlar. Örneğin tiyatro hem kuramsal bilgiyi hem uygulama etkinliğini gerektiren bir sanat alanı olmakla tiyatrocuyu geniş çapta yükümlü kılar, öyle ki tiyatrocunun tiyatro düşünmekten başka bir işi olmaması gerekir. Zaten gerçek sanatçı tam anlamında adanmış kişidir. Tiyatro alanına baktığınızda orada tiyatronun ne olduğunu bilmeyen insanlarla karşılaşırsınız. Bu insanlar tiyatroyu rol kesmek olarak aldıklarından her çabalan acılı bir gülünçlüğü ortaya koyar. Bereket tiyatronun alıcıları da aynı düzeydedir de tiyatro yaratıcısıyla tiyatro izleyicisi arasındaki ilişkilerde pek sorun çıkmaz. Hatta düzey düşüklüğü bir avantaj olarak iş görebilir. Bu bütün sanatlar için geçerli bir durumdur. Şiir için de geçerlidir. Şairi tiyatrocuyla kafa kafaya vermiş olarak bir meyhane köşesinde hoşafa dönmüş bir biçimde bulabilirsiniz.

Şair de öbür sanatçılar da güçlerini yalnızca ve yalnızca sanatlarına uyarlı kıldıkları, sanatın koşullan çerçevesinde geliştirdikleri bilinçlerinden alabilirler. Alkolün ya da entrikanın sağlayacağı güç kişiyi sanatçı yapmaya yetmeyecektir. Sanat alanında her zaman kötü satıcılar ve kötü alıcılar vardır. Bunlar yaratıcı düzeyinde de izleyici düzeyinde de bilincini estetik hazza ulaşma yönünde geliştirememiş kişilerdir. Sözde sanatçıların ürünlerini sözde izleyiciler tüketirler. Gerçek sanatçı da gerçek izleyici de az sayıdadır. Gerçek sanatçı kötü izleyiciye ters gelir. Gerçek izleyici de kötü sanatçıya ters gelir. Sanat alanında her yaratıcı kendi izleyicisini bulacaktır, kendine uygun izleyiciye kavuşacaktır. Sanatçıya göster izleyicini söyleyeyim ne olduğunu diyebiliriz. İyi sanat gerçek bir yetkin bilinçle gerçekleştirilmiş sanattır. Onu üretmek de tüketmek de zordur. Demek ki şairin ilk işi şair olmaya çalışmak olacaktır. Şiir yazmakla şair olmayı birbirine karıştırmayalım.


Afşar TİMUÇİN







____________________________________



RIFAT ILGAZ'IN ŞİİRİ


Bugün de, okurlardan çoğunun gözünde, Rıfat Ilgaz, büyük bir mizah ustasıdır ve başta da Hababam Sınıfı'nın yazarıdır.

Bu değerlendirmede, gerçeğin elbette büyük payı var: Rıfat Ilgaz, çağdaş Türk mizahının önde gelen birkaç yazarından biridir; Hababam Sınıfı da, onun o alandaki ustalığının simgesidir. 40'lı yılların ikinci yarısındaki ünlü 'Markopaşa serüveni'nde pişmiş ve olgunlaşmış kalem, 1959'da yayımladığı o eserle, aynı zamanda çağdaş mizahımızın bir şaheserini koyar ortaya. Rıfat Ilgaz, sözkonusu eserle, mizahın o büyük gücüne dayanarak, yani güldürerek, Türkiye'deki eğitim düzeninin bir eleştirisini yaparken, ülkemizde okul sıralarından geçmiş hemen hemen herkesin anılarına da tercüman olur. Bu eserin onca şöhret kazanmasının, tiyatroya ve sinemaya da aktarılmasının altında yatan da budur.

Ama bir yanlışı da düzeltmek gerek: Rıfat Ilgaz, mizah, roman ve öykülerinde başka çarpıcı örnekler de ortaya koyarken, 1969 yılından başlayarak, mizah dışı öykü ve romanlar da yazdı: Özellikle, içinden çıkıp geldiği Karadeniz bölgesinin insanlarının yaşamlarını -yeni ve gerçekçi bir dille- anlattığı Karadeniz'in Kıyıcığında (1969), Halime Kaptan (1972), Karartma Geceleri (1974), Sarı Yazma (1976), Yıldız Karayel (1981) hiç unutulmamalı.

Sonra yazarın, alanında birer belge niteliğini de taşıyan anılarını; ayrıca çocuk edebiyatına katkılarını da gözardı etmemeli.

Ne var ki, Rıfat Ilgaz'a bakarken, asıl düzeltilmesi gereken yanlış şudur: Yazarımız, -mizah içi ya da mizah dışı olsun- nesirdeki ustalığından önce, şair ve büyük bir şairdir. 1940'ların ikinci yarısında, olgunlaşmış, şiirinin çarpıcı örneklerini kitaplaştırmış bir şairken mizah yazarlığına yönelmesi, biraz da yaşam koşullarının zorlamasıyla olmuştur.

Nitekim, edebiyata da şiir kapısından girmiştir Rıfat Ilgaz.

1940'lı yıllara varıldığında, bir ateş çemberi ile çevrili ve sosyal sorunların burgacında kıvranan Türkiye'de, Cumhuriyet şiirinin üç büyük odak noktasından biri olan 'millîci şairler', kuru bir yurt güzellemesinin sığlığı içindedirler; ikinci odakta Yahya Kemal, 'Hülya tepeler, hayal ağaçlar'la oyalanmaktadır. Üçüncü odağın başındaki Nâzım Hikmet, büyük bir çığır açmıştır ve düzeni sorgulamaktadır. Ne var ki, tehlikeli bir iştir yaptığı ve o yüzden toplumla ilişkisi koparılmıştır, hapishanededir.

İşte bu ortamda, genç şairlerin bir bölümü, 'Garip çizgisi'nde, şairanelikten uzak, 'küçük adam'ın sorunlarına eğilirken; '1940 Kuşağı' adını alacak bir başka bölümü, Nâzım Hikmet'in açtığı yoldan ilerleyerek bir başka şiir dünyası yaratırlar: Sosyal yanı ağır basan 'toplumcu gerçekçi' bir şiir anlayışıdır bu. A.Kadir, Niyazi Akıncıoğlu, Ömer Faruk Toprak, Suat Taşer, Cahit Irgat, Mehmet Kemal, Arif Damar gibi şairlerin oluşturduğu topluluğun en önemli adlarından biri de Rıfat Ilgaz'dır.

Nedir özellikleri Rıfat Ilgaz'ın kurduğu şiir dünyasının?

1940 öncesinde, bireysel duyarlıklara, üstelik heceli-uyaklı biçimlerle bağlı şair, 40'lı yıllarda, çevresindeki dünyayla, bütün çelişmeleri içinde yüzyüze gelir. Savaş yıllarının daha da ağırlaştırdığı koşullarda, işçisi, köylüsü, dar gelirlisi ve yoksuluyla çileli bir yaşamı bölüşen insanlardır gördüğü sanatçımızın; o yaşamın içinde, onun daha da yakından tanıdığı okul, hastahane, sanatoryum ve cezaevi çevresidir. Şair de, ister istemez, soyut insandan acı çeken, ezilen somut insana çevirecektir bakışlarını. Bu, temalarını belirlerken, şiirinin biçimini de değiştirir.

Dil, gitgide yalınlaşır, açık ve akıcı bir nitelik kazanır. Tanıdığı çevrelerin insanlarını, onların duyguları, özlemleri ve çelişkilerini, yine onların diliyle yansıtır şiire; yerine göre halk deyimlerinden de yararlanır şair.

Toplumsal çelişkilerin -üstelik- ayyûka çıktığı bir ortamda, şairin, sosyal acılara sözcülük ederken, yergici olmamasına imkân var mı? Ne var ki, yapıcı bir yergidir bu ve bir yerde daha güzel bir dünyaya olan umuttan da kopuk değildir. Öyle bir dünya için kavgaya ve direnişe açıkça çağrıda bulunduğu da olur şairin; ama bunu yaparken, hiçbir zaman sloganlaşmaz dili ve sanatın gereklerine ters düşmez. Bizzat kendisi ağır politik baskılar altındayken bile, ayakta kalmayı sürdüren, acılı ama yaşama direncini yitirmeyen ve kavgayı elden bırakmayan bir sestir onunki.

Çağdaş şiirimizin de en onurlu seslerinden biri...

Şu seslenişten etkilenmez olabilir misiniz?

"Kaldır başını kan uykulardan
Böyle yürek böyle atardamar
Atmaz olsun
Ses ol ışık ol yumruk ol
Karayeller başına indirmeden çatını
Sel suları bastığın toprağı dönüm dönüm
Alıp götürmeden büyük denizlere
Çabuk ol"

Ünlü şiirlerinden birinde, 'Parmaklığın Ötesinden'de, şair, "İnsanları alabildiğine sevmeyi bırakmazlar yanına" diye başlar. Gerçekten de öyle oldu; sanatçımız, "suçun kendisinde olmadığını" bilse de, özgürlüğe düşman güçler onun da ömrünün beş buçuk yıldan fazlasını, demir parmaklıkların arkasındaki karanlıkta çaldılar.

İşte Yarenlik'le (1943) başlayan, sonra Sınıf (1944), Devam (1953) ve arkasından gelen kitaplarında süren; her menzilde kendini aşan; toplumun olduğu kadar sanatın da nabzını tutup özde ve biçimde en yeni açılımlara kadar izleyerek özümseyen bir şiir serüveninin bilançosu!

Çekinmeden söylemeli de: Nâzım Hikmet'in arkasından, Türkiye'de 'İnsan Manzaraları'nı Rıfat Ilgaz'dan daha hünerli sürdüren ve zenginleştiren bir başka şair çıkmadı, diyebiliriz.
Çınar Yayınları, Rıfat Ilgaz'ın şiir kitaplarını, daha önce tek tek yeniden basıp okurların önüne koymuştu. Şimdi, onları bütün olarak bir kitapta topluyor yayınevi. Büyük bir hizmettir yaptığı. Akan zamanın edebiyattaki yasasıdır: En başta şiiri eskitir. Bu satırları yazmadan önce, şairimizi yeniden okudum. Eskimeyen bir şey var Rıfat Ilgaz'da. Gerçekliğin sürgit haklı çıkarmasında mı aramalı onu; yoksa şairin duyarlığında ve 'yürek işçiliği' dediği sanatsal gücünde mi?

İkisinde birden, diyeceğim.

Güzel okumalar dileyerek...



Strasbourg
1 Ocak 2003
SERVER TANİLLİ


_________________________________________________






Medyada 'şiir' savurganlığı

YayIm" ve "yayın" sözlü ve yazılı medyada yazım karışıklığına yol açan iki kelime... Başta Türk Dil Kurumu'nun "Türkçe Sözlük"ü olmak üzere birçok sözlük "yayım"ı "Kitap, gazete gibi okunacak şeylerin basılıp dağıtılması veya radyo ile dinlenecek şeylerin yayılması" olarak tanımlıyor ve "neşir" karşılığını veriyor. "Yayın" ise "Basılıp ortalığa sürülen kitap, gazete gibi okunan veya radyo ile her yana yayılıp dinlenen şeyler" demek ve yani "neşriyat"...
Mustafa Nihat Özön de "Osmanlıca-Türkçe Sözlük"te "neşr" karşılığı olarak dört tanım veriyor: "1.Dağıtma, yayma. 2.Herkese duyurma. 3. Gazeteye yazma, yazdırma. 4. Kitap, gazete bastırıp çıkarma." Özön'e göre "neşriyyat"ın karşılığı ise sadece "yayım"...
Melih Cevdet Anday, "Dili yazarlar yapar" derdi, "sözlüklerin koyduğu kurallar değil"... Bu yüzden mesela konuşurken "hastane" dese de, fakat "hastahane" diye yazardı.
"Basın"dan "medya" aşamasına geçilirken dil de değişip gelişti.
Okurumuz ÖZGÜR TÜRKEŞ mektubunda diyor ki: "Ben bu zamana kadar yayının televizyon, radyo gibi medya organları tarafından, yayımın ise gazete, dergi, kitap gibi basılı organlar tarafından yapıldığını zannederdim. Acaba bu konuda bizleri aydınlatabilecek bir yazı yazabilir misiniz?"
Sayın Türkeş'in aklının karışması biraz da kavramları tersinden okumasından kaynaklanıyor. Bildiğinin tam tersine uzunca bir zamandır "yayın" gazete, dergi, kitap gibi basılı organlar için kullanılmakta... Bunun içindir ki "Türkiye Yayıncılar Birliği"nin adında "yayım" değil "yayın" kelimesi yer almakta... Bunun içindir ki "yayımevi" değil de "yayınevi" diyoruz. Ben, "yayım"ı televizyon, radyo; "yayın"ı da gazete, kitap için kullanmayı yeğliyorum.
Eskiden de "radyo neşriyatı" denmez miydi?


Ankara'dan yazan RIFAT YÖRÜK adlı okurumuz da SABAH gazetesinin öncelikle pazar günleri vermeye başladığı "Dünya Klasikleri" için teşekkürlerini ilettikten sonra 22 Şubat 2004 tarihli gazetemizde yer alan dört "hata"yı işaret ediyor.
Ahmet Hakan'ın 3-4 ay önce yayınlanan yazısı bilgisayardaki "kod"lamadan kaynaklanıyordu, ki ertesi gün özrü bildirildi. İlker Sarıer'in yazısında RTÜK üyesi D.Mehmet Doğan yerine Mustafa Doğan, televizyon sayfasında da Mehmet Barlas'ın programı tanıtılırken AK Parti İstanbul İl Başkanı Mehmet Müezzinoğlu yerine Mehmet Müderrisoğlu yazılması okurumuzun da belirttiği gibi yazarlarımızın bir dalgınlığının eseriydi. Uyarısı için teşekkürler...
Rıfat Yörük, aynı gün "Hıncal'ın Yeri"nde yayımlanan "Koşma" başlıklı şiiri Necip Fazıl'ın yazdığını ve adının da "Veda" olduğunu belirtiyor. Benden de bu konuda bir açıklama bekliyor, ki gerçekten de adı geçen şiir Necip Fazıl Kısakürek'indir ve üstat bu şiiri 1923 yılında "Veda" adıyla yayınlamıştır. Hatta bu ilk biçiminde birinci mısraı "Akşamı getiren sesleri dinle" değil "Elimde, sükutun nabzını dinle"dir, ikinci dörtlük ise şöyledir: "Yürü, gölgen seni uğurlamakta, / Küçülüp küçülüp kaybol ırakta, / Yolu tam dönerken arkana bak da, / Köşede bir lahza kalıver gitsin!" (Çile, Büyük Doğu Yayınları, s: 200.) Oysa aynı şiir, "Ayrılık Vakti" adıyla Necip Fazıl'ın ilk kitabı "Örümcek Ağı"nda (Halk Kitaphanesi, 1925, s: 21) ile "Ben ve Ötesi"nde (Sühulet Kütüphanesi, 1932, s: 16) SABAH'ta yayımlanan biçimiyle yer almıştır.
Elbette Hıncal Uluç'un bütün bu kaynaklara bakma olanağı yok, olamaz da... Fakat şiiri gönderen okur Neşet Üstündağ, şiirin Necip Fazıl'a ait olduğunu belirtebilirdi.
Eskiden özellikle doğum günlerinde "kilitli" hatıra defterlerine yazılırdı şiirler ve "miri malı" olduğu için de elden ele dolaşırdı. Şimdilerde ise nice sözüm ona "internet" ya da ehil kişilerce hazırlanmayan şiir antolojilerinde Yahya Kemal'den Orhan Veli'ye, Nazım Hikmet'ten Cemal Süreya'ya Türkçe'nin yüz akı şairlerinin eserleri "serseri mayın" misali, hiçbir denetimden geçmeden elden ele, dilden dile geziniyor.
Ben dahi kendi şiirlerimi tanıyamıyorum.



Refik DURBAŞ

__________________________________________________________





ATTİLA İLHAN VE BİZİM KUŞAK
Sombahar, No. 23, Mayıs-Haziran, 1994


Attila İlhan 1982 yılında yayınlanan bir yazısında şöyle diyor. "... epeydir Türk şairlerinin önemlice bir kısmı, alafarangalık olsun diye, soyut bir şiir geliştiriyorlar. Halk buna alışmamış, alışacağı da yok. Hele bu soyut şiir anlam ve çağrışım yükü sıfıra yakın uydurma kelimelerle yazıldı mı, okura takılabilecek hiçbir kancası olmuyor". (1)

Attila İlhan'ın ifade ettiği anafikre tümüyle katılıyorum. Ancak, iki noktada yanılıyor bence. Bunlardan birincisine aşağıda değineceğim. İkincisi şu: Sorun sadece "anlam ve çağrışım yükü sıfıra yakın kelimeler" değil, tümüyle anlamsız koca koca şiirler. Belki de Attila İlhan'ın 1982'de gözlemlediği anlamsız kelimeler 1990'lara geldiğimizde büyüyüp anlamsız şiirler oldular. Ne başı, ne sonu olan; hiçbir şey anlatmayan, hiçbir şey söylemeyen, ayakları hiçbir yere basmayan şiirler haline geldiler.

Günümüzün çoğu şiirinin anlamsızlığının en güzel kanıtı şu olsa gerek: Dergilerde karşımıza çıkan şiirlerden herhangi birinin iki dizesini alıp yerlerini değiştirelim - hiçbir şey farketmeyecek. Son dörtlüğü başa alalım - yine fark yok. Çoğu zaman, böylesi şiirlerin bir dizesini alıp kelimeleri tesadüfi bir şekilde yeniden sıralarsak, yine hiçbir şey farketmiyor.

Örnek vermeme bilmem gerek var mı? "Asılmış Dul Çiçekleri" adlı bir şiirden:

"hayatını ıslak mendillere koymadan gezdiren sorulmuş deli
sorar ve kanla karşılamaktan bilinir tüm inceliği
- abi ölüm beyaz olmasına beyaz da
kimle söyleşir bu dulların tenha kalpleri"

"Virgo Dance" adlı bir şiirden:

"Düşer çığ, kumdan Kleopatra
Bir ebrunun titrek hayalinden
Dalgın / havuzda bakarken balıklara
Kar atlası neresindeydim zamanın?"

"La Paix" adlı bir şiirden:

"Saçaktır yosunları iki su
bıçkın ustura edası sallanıyor havada
gölgeleri loş ikindi vakti pencereler sarı

kelimeleri eziyor düşünde elektroşok sesleri
yüreğini çamaşır ipine germiş uyuyor bir deli"


"Shakespeare'nin Bir Ağustos Gecesi Kabusu..." adlı bir şiirden:

"şimdi sensiz bir sessizlikte bir o org bir de bu morg
üsküdar'a gider iken özlem ölür satırlarda
görüyor musun şu balıkçıl sandallarda
bir tanıdık yüz taşımakta artık
yazı yaşatan satranç tahtaları"

"Bahçeye Hayalden Girilir" adlı bir şiirden:

Susar kalır sarışın tay! Su gibi bir ten arar
Su suretimiz bizim.
Ah, sokaklar da ağlar. Gölgenin oyununa
gelelim, neşeli bir
ıslıkla o bildik bahçemize kaçalım. Canı
yanmasın diye aşkın,
buhar olup göğe çıkalım. Kalbi sürçerek,
yalnızca kalbiyle
yaşayan eski hayal çocuklarıyız... terkedildik ahşap bir
cümleden..."

Her şiirin bir bütün olması gerektiğine göre, yukarıda uyguladığım yöntem, yani şiirin içinden bir bölüm çekip almak, geçersiz olmalı aslında. Ne var ki, bu özel durumlarda, yöntem geçersiz değil. Vurgulamaya çalıştığım sorun zaten tam da bu: Alıntıladığım bölümler tek başlarına anlamsız oldukları gibi, parçası oldukları şiirin içinde de anlamsızlar.

Kısacası, şiir bir bütün değil. Şairin şu veya bu nedenle hoşuna giden kelimelerin yanyana sıralanması, şairin ilginç veya güzel bulduğu imgelerin peşpeşe dizilmesi, şairin kıvrak zekasını hepimize kanıtlamak üzere kelime oyunlarının altalta yazılması.

Attila İlhan'ın yanıldığını sandığım diğer nokta "alafrangalık" ile ilgili. Kanımca, günümüz Türk şairinin anlam ve çağrışım yükünün sıfır olmasının nedeni şairlerin alafrangalık merakı değil.

Şairler arasında, bilinçli veya bilinçsiz, şöyle bir anlayış yaygın bugün: "Türkiye'de zaten şiir okunmaz. Biz yazar, biz okuruz. Yazdıklarımızı kalabalık bir okuyucu kitlesi okumayacağına göre, anlaşılmak önemli değildir". Dahası, bazı şairlerce bu durum öylesine benimsenmiştir ki, az satılıp az okunur olmak olumlu bir durum olarak görülmektedir. Sonuç olarak ortaya çıkan kısır döngüden alabildiğine memnundur bazılarımız: Kimse okumadığına göre iyice 'uçuk' şiirler yazılabilir; şiirler uçuklaştıkça okur sayısı doğal olarak daha da düşer. Şiirler tam birer muamma haline gelip okuyucu sayısı düştükçe, bazı şairler şiirlerinin ne kadar felsefi, derin ve erişilmez güzellikte olduğunu düşünür mü bilmem.

Bu uçuk anlamsızlık, üstelik şiirlerin de dışına taşıyor. Tek bir örnek yeter. Varlık dergisinde bir şair bir diğeriyle söyleşi yapıyor, sorduğu soruların bazıları şöyle:

"Bu sarışın çocuk Akdeniz kokulu. Şeffaf ama defolu değil. Soruların yalnız kendin için değil, kelebeklere, leylaklara, akşamlara takla attırıyor... Bu kitabında da oda, anı, yine çocuk, anne, balkon ve ayna var. "Aşktan yeni çıkmış bir intihar annesizdir" diyorsun. Bu kitapta aşk tutulması bir cehennem gizli. Akide şekeri tadındaki sorumu sen bul artık!.. Sahi bu kuşak kendi kanını emen kara kuşak mı? Bağışla, kromozomların da konuşabilir." (Meraklısı için söyleyeyim, kendisiyle söyleşi yapılan şair bu sorulara cevaben "Kardeşim, sen delirdin mi?" demiyor; sorulara ciddi ciddi cevap veriyor).

Bu kuşak "kendi kanını emen kara kuşak mı", bilemem, ama tüm şiir, dergi ve kitap okuyucularıyla dalga geçen, kendini müthiş zeki zanneden bir yaramaz çocuklar kuşağı olduğu kuşkusuz. Dalga geçen, çünkü söyleyecek ciddi hiçbir şeyi olmayan bir kuşak. Bu kuşağın şairleri, şiirlerine bakılırsa, içinde yaşadığımız dünya hakkında, Türkiye hakkında, insanlığın sorunları ve sevinçleri hakkında hiçbir görüşe sahip değil.

Denebilir ki, şiir böylesi görüşlerin ifade edileceği alan değildir; şiir güzel söz, ses ve imge sanatıdır, fikirlerle ilişkisi yoktur. Günümüz şairlerinin önemli çoğunluğunun böyle düşündüğünün farkındayım (farkında olmamak mümkün mü!).

Kanımca, bu anlayış zaten söyleyecek bir şeyi olmayanların şiire ettikleri bir hakarettir. Dediğim gibi, bütün bunların alafrangalık merakından kaynaklandığını sanmıyorum. Dünyada ve özelikle de Türkiye'de esen egemen rüzgarlardan kaynaklanıyor. Bir yandan, stalinizmin çöküşünün "sosyalizmin ölümü" olarak ilan edilmesi, insanlığın geleceğinin yüzyıllar sürecek bir liberal piyasa kapitalizminden ibaret olacağının yaygın kabul görmesi ve başka türlü bir dünya düşlemenin "modası geçmiş" bir hale gelmesiyle, her tür toplumsal/eleştirel düşünce ve eylem artık abes ve hatta yanlış olarak görülüyor. Öte yandan ve buna bağlı olarak, moda olan düşünce akımları, en başta postmodernizm olmak üzere, dünyanın bir bütün olarak teorize edilemez ve anlaşılamaz olduğunu savunan akımlar; bütünlüklü dünya görüşlerinin (yani Hegelci ve Marksist görüşlerin) artık geçersiz olduğunu iddia eden akımlar.

Bu rüzgarlar bütün dünyada esiyor. Türkiye'de ise ne kadar şiddetle estiklerini uzun boylu anlatmaya gerek yok herhalde. Sıcak bir sınıf mücadelesinin, yaygın bir radikalizasyonun yaşandığı 1970'lerin üzerine 10 yıl içinde 'yükselen değerler'e ulaştık.

Yukarda eleştirdiğim şairler postmodernist olmayabilirler, piyasa mekanizmasına ve yükselen değerlere inanmıyor olabilirler. Ancak, bu ortamın şairleri oldukları kuşkusuz. Görüşsüzlükleri, yaramaz zekaları, toplumsal vurdumduymazlıkları ve dolayısıyla anlamsız şiirleri bu ortamdan kaynaklanıyor.

Sanılmasın ki içinde İngiliz anahtarları, nasırlı eller ve indirilen şalterlerden söz edilen şiirler arıyorum. Hayır, insanları ilgilendiren herşey şiire konu olabilir; ölümlülük, sonsuz veya ümitsiz aşk, dostluk, fedakarlık veya ihanet, özlem veya kavuşma, bütün bunlar "bireysel" konular olabilir, ama bütün insanların paylaştıkları bireysel konulardır. Konusuz şiir ise şairi dışında kimsenin paylaşmadığı bir şiirdir, kimseyi ilgilendirmez.

Bu yazıyı küçük İskender'in Gösteri dergisinde (2) Attila İlhan'ın son şiir kitabı (3) hakkında yazdıklarını okuyunca yazmaya başladım. Küçük İskender, birincisi, Attila İlhan'ın bu kitapta kendisini yinelediğini anlatıyor. Buna katılıyorum. Kitapta yeni bir açılım, yeni bir yönlenme, yeni bir yaratıcılık yok. Korkunun Krallığı'nın ikinci yarısı adeta. İkincisi, Küçük İskender kitabın "Şairin Not Defteri" adlı bölümünden yer alan şiir parçalarına itiraz ediyor: "Her yazdığını şiir sanmanın posta kutusu bu! Şiir kitabı şairin çöp tenekesi değildir" diyor. Buna da katılıyorum.

Belli ki Ayrılık Sevdaya Dahil biraz yorgun, biraz tembel bir kitap. Ama düşünmeden edemedim: Nasıl oluyor da bu yorgun ve tembel kitap üç yıldır (yani Gri Divan'dan beri) en severek okuduğum kitap olabiliyor? Söylemeden de edemeyeceğim. Allah gecinden versin, Attila İlhan'ın mezarında çıkaracağı sesler bile herhalde benim kuşağımın yazdığı şiirlerden daha anlamlı, daha bütünlüklü, daha ilginç ve insanlarla daha ilgili olacaktır da ondan.

Roni MARGULIES


Dipnotlar:

(1) Attila İlhan, Hangi Edebiyat (Bilgi Yayınevi, 1993), s. 227.
(2) "Şiirlideğnek", Gösteri (Aralık, 1993), s. 46-48.
(3) Attila İlhan, Ayrılık Sevdaya Dahil (Bilgi Yayınevi, 1993).



____________________________________________________________

Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi – Giriş

Çağdaş Türk şiirine kesin bir başlangıç noktası göstermek gerekir mi? Değişik dünya görüşlerine bağlı eleştirmenler siyasal kaygılarla, kendilerini kuşaklar arasındaki çekişmelere kaptıran eleştirmenler ise bireysel kaygılarla, çağdaş Türk şiirini başlatan şair olarak Haşim'i, Yahya Kemal'i, Nâzım Hikmet'i, ya da Orhan Veli'yi anarlar. Daha gerilere, Nedim'e, Şeyh Galip'e kadar gidenler de çıkar. Üstelik bütün bu görüşlere akla yakın gerekçeler bulunabilir. Çünkü sanatların gelişiminde yer alan en keskin dönemeçler bile tam bir kopukluğu getirmez. Nedim - Yahya Kemal - Nâzım Hikmet - Orhan Veli, hiç benzemeyen yanlarına karşın, şiirlerinin bazı belirleyici özellikleriyle, birbirlerine yol açmış şairlerdir. Çağdaş Türk şiirini hem getiren, hem de içinde süren çizgilerden biridir bu. İkinci bir çizgi de şöyle çizilebilir: Şeyh Galip - Haşim - Necip Fazıl - Fazıl Hüsnü Dağlarca.

"Çağdaş" dediğimiz, "yeni" dediğimiz şiir bu çizgilerin neresinde başlamıştır?

Ayrıca, bu çizgilerin üstünde, sanatlarıyla daha alt düzeyde kalmış olsalar da, önemli atılımları gerçekleştirmiş başka şairler de var: Örnekse Yahya Kemal ile Nâzım Hikmet arasında, aruzdan heceye geçişi sağlayan, ama sonradan — belki de serbest nazmın gördüğü büyük ilgi yüzünden — şiiri bırakıp başka alanlara kayan sanatçılar yer alır.

İlle bir başlangıç noktası aramak gerekirse şöyle bir yöntem uygulanabilir:

Bir şiirin çağdaş kaygılar, çağdaş düşünceler, duygularla yazılıp yazılmadığı, okurken kolaylıkla anlaşılır. Örnekse Rabia Hatun'un şiirleri, çağımızda yazılmış, ama çağdaş olmayan şiirlerdir. Günümüzün insanı o şiirleri Fuzuli'nin, Bâki'nin, Nedim'in şiirlerini sevdiği gibi sever. Çok güzel şiirler olmasalar çağımızda yazılmış olmalarındaki tersliğin ağırlığını belki de taşıyamazlardı.

Şimdi soralım : Nedim'i, Yahya Kemal'i, Nâzım Hikmet'i, Orhan Veli'yi ya da Şeyh Galip'i, Haşim'i, Necip Fazıl'ı, Fazıl Hüsnü Dağlarca'yı okuyunca hangilerinin şiirleri günümüzde, çağdaş kaygılar, çağdaş düşünceler, duygularla yazılmış izlenimi veriyor? Benim görüşüme göre, bu çizgilerden ilkinde Nâzım Hikmet'den, ikincisinde ise Necip Fazıl'dan geriye gidilemez.

Nedim'de, Şeyh Galip'de, Yahya Kemal'de, Haşim'de çağdaş şiirin belli özellikleri, belli oranlarda bulunsa da, "yolu açmış" olmanın ötesine geçtiklerini söylemek kolay değildir; çağdaş şairler oldukları ileri sürülemez. Ne var ki bu durum onların çağdaş Türk şiirinin oluşumundaki etkilerini yok etmiyor. Kendileri "çağdaş" olmasalar da, arkalarından gelenlere çağdaşlaşmaya dönük pek çok şey bıraktıkları yadsınamaz.

Öte yandan şunu da hiçbir zaman unutmamak gerekir: Çağdaş Türk şiiri eskiyi yok sayarak, eskiden gelen her şeyi silerek gelişmedi. Batı'ya yönelip kendi geçmişine sırt çevirmedi. Çok kısa süren dönemlerde eskiye karşı zorlu çıkışlar yapıldığı, eskilerin toptan küçümsendiği oldu. Uygulamadan çok kuramda görüldü bu gibi küçümsemeler. Ama, yalnız yakın dönemlerin değil, edebiyatımızın çok daha eski dönemlerinin de güzel ürünleri, güçlü ustaları çağdaş şiirimizde hep yankılandı. Divan edebiyatından. Halk edebiyatından bazen örtülü, bazen açık olarak büyük oranda yararlanıldı. Kimi şairler çağdaşlıklarından hiçbir şey yitirmeden Divan şiiri tarzında yazmayı bile denediler, eskinin güzelliklerinden nasıl yararlanılabileceği konusunda tartışmalara girdiler, görüşlerini çeşitli uygulamalarla savundular. Çağdaş Türk şiirinin eski edebiyatımızla ilişkiler açısından çok aşırı gittiği bile ileri sürülebilir. Ama şu da bir gerçek: Bu aşırılık, bu eskilerdeki her güzelliği arayıp bulma, bugüne getirme çabası, dünyaya açılma, uygar uluslar arasına girme savaşımı verilen bir dönemde (çok kısa sürede büyük bir hızla pek çok konuda, pek çok şey öğrenilen, onun için de uygar ulusların kültürlerine hayranlıkla bakılan bir dönemde), şiirimizin Batı kopyacılığına düşmemesini, özgün bir şiir olarak çağdaş dünya edebiyatı içinde yerini almasını sağladı. Bugün bir iki şairimizin ulaştığı uluslararası basanlara, Türkçe yaygın bir dil olsaydı ya da yaygın dillere ters düşen bir yapıda olmasaydı çağdaş şairlerimizden belki ondan fazlası ulaşırdı.

1920'lerin ikinci yarısında Serbest nazım akımı başlarken Türk şiiri ne durumdaydı?

Divan şiirinden uzaklaşma; özgürlük, vatan sevgisi gibi kavramları, toplumsal sorunları şiire sokan Namık Kemal; bireyci, aşırı duygusal Servet-i Fünun şairleri; Tevfik Fikret'in ikinci dönemindeki, günün siyasal gelişmelerini izleyen güçlü, çarpıcı şiirleri; herkesin anlayacağı bir dille öğretici şiirler yazan Mehmet Akif; halkçı, memleketçi, aydınlık manzumeleriyle Mehmet Emin Yurdakul; Ahmet Haşim, yani Batı'yı daha bir yakından, anlayarak kavrama; Yahya Kemal'le eski şiir geleneğinin gücüne yeniden yaslanış; Aruz-Hece, Osmanlıca-Türkçe, Kır-Kent çatışmaları; yüzyıllardır aydın gözlerden uzak akıp gitmiş olan Halk şiirinin ortaya çıkışı; Kurtuluş Savaşı'nı yaratan toplumsal gelişmelerin yansıması olan kültür değişiminin ürünü Hececiler; hececiliği manzumecilikten uzaklaştırma yoluna giren Faruk Nafiz Çamlıbel...

Ahmet Kutsi Tecer, Kemalettin Kamu daha işin başındalar. Ahmet Muhip Dıranas, Ziya Osman Saba, Cahit Sıtkı Tarancı ise şair olarak hiç yoklar ortada; yaşlan on beş, on altı...

Bu ortama serbest nazmı getirecek olan Nâzım Hikmet ise, büyük hayranlık duyduğu, ilk şiirlerini gösterip düzelttirdiği edebiyat öğretmeni Yahya Kemal'i gözleyerek şairliğe bağlanan, hececilere katılımıyla da birdenbire parlayan genç bir yetenek. Aruzu, Osmanlıcayı bilmiyor. Onun için de bu gibi tartışmaların bütünüyle dışında. İşgal altındaki bir ülkenin acılarını şiirlerinde büyük bir coşkuyla yansıtan direnişçi bir şair. Kimi şiirlerini Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Orhan Seyfi gibi ünlülere adıyor; karşılığında bu ünlüler de ona şiir adıyorlar. Ödüller alıyor, övgülere boğuluyor. 1921 başlarında. Kurtuluş Savaşına katılmak amacıyla, gene kendisi gibi bir şair olan Vâlâ Nurettin'le birlikte Anadolu'ya geçiyor. Bolu'da öğretmenlikle görevlendiriliyorlar. Bir yandan da Kurtuluş Savaşı'nı destekleyen şiirler yazacaklar.

Bolu'da Türk halkının, köylülerin yaşamını yakından görünce emperyalizme karşı büsbütün bileniyor, ayrıca dinsel yobazlığın yoğun baskısını duyarak büyük bir karamsarlığa kapılıyorlar. Sovyet Devrimi üzerine anlatılanlar, yirmisine yeni girmiş bu iki genç şairi yerinde görmek, öğrenmek özlemiyle, emperyalistlere karşı Anadolu hükümetini destekleyen Sovyetler Birliği'ne çekiyor.

Moskova'ya giderken uğradıkları Batum'da Nâzım Hikmet, "İzvestiya" gazetesinde gördüğü herhalde Mayakovski'nin olan bir şiirin uzunlu kısalı dizelerine, basamaklı istifine ilgi duyuyor. Daha Rusça bilmediği için içeriğini anlayamasa da bu şiirin "çok iyi tanıdığı" Fransız serbest ölçüsünden ya da Türk şiirindeki serbest müstezattan başka bir şey olduğunu seziyor.

Belli kurallar çerçevesinde, belli dizelerde ölçü değiştirmeye izin veren "Müstezat" bir Divan şiiri kalıbıdır. Biri Mef'ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün ölçüsüyle uzun, öbürü Mef’ûlü feülûn ölçüsüyle kısa iki dizeden oluşur. Servet-i Fünun şairleri müstezatın kesin kurallarını kırıp aynı şiirin değişik dizelerinde değişik aruz kalıplan kullanmaya başlayınca buna "Serbest Müstezat" denmiştir. Daha sonra hececi şairler de şiirlerinin değişik dizelerinde değişik hece kalıpları kullanarak hecenin serbest müstezatını, yani hece kalıplarıyla yazılan bir tür serbest nazmı denemişlerdir. Ama kimi hececilerin bir yenilik olarak benimsedikleri bu tarz fazla bir yaygınlık gösterememiştir.

Nâzım Hikmet "İzvestiya" gazetesindeki şiiri gördüğünde bir hececi olarak serbest müstezat denemeleri yapmakta değildi. "Çok iyi tanıdığı" Fransız serbest ölçüsü yolunda da herhangi bir çalışması olmamıştı. Moskova'ya giderken geçtikleri açlık bölgelerinde gözlediklerinin etkisiyle yazmaya giriştiği "Açların Gözbebekleri"ni, hece ölçüsüne sokamadığını görünce, "İzvestiya"daki şiirin biçimsel çağrışımlarından güç alarak, basamaklı yazmayı denedi. Ortaya yer yer hece kalıplarıyla kurulmuş olsa da, kurallara uymayan, serbest bir ölçü çıktı.

İçine girdiği yeni dünyanın düşünce, duygu yükü altında, bu serbest ölçüyle yazdığı şiirler birbirini izledi. Rusça öğrenince, devrimci bir ortamda geçmişin bütün değerlerini hiçe sayarak yazan genç Sovyet şairlerini okumaya başladı. Bunlar İtalya'da Marinetti'nin başlattığı Gelecekçilik (Futurizm) akımının etki alanında, geçmişi yadsıyan, her şeyi gelecekte gören devrimci şairlerdi.

Aşağı yukarı yedi yıl sonra, 1929'da, 835 Satır adlı kitap Türk şiirinde bir bomba gibi patladı: "Güneşi İçenlerin Türküsü", "Salkımsöğüt", "Orkestra", "Piyer Loti", "Makinalaşmak", "Açların Gözbebekleri", "Gövdemdeki Kurt", "Bahri Hazer", "Yangın", "Yanardağ", "Sanat Telakkisi", "Korsan Türküsü", "Rodos Heykeli", "Berkley".

Bu şiirlerin sunulduğu ortam Haşim'e, Yahya Kemal'e, Fecr-i Ati'ye, Hececiler'e alışık, şiirde sürekli ama yavaş bir gelişmeyi yaşayan, arayışlar içinde bir ortamdı. Yedi Meşaleciler'e genç yetenekler diye umutla bakılıyor, hecede manzumecilikten uzaklaşılmaya çalışılıyor, Fransız edebiyatının gittikçe daha yakından tanınmasıyla şiirin ölçü ile uyağı aşan yanlarına, içerik sanatlarına yöneliniyordu. Gene de şiir bir incelik işiydi, şiire her düşünce, her duygu, her sözcük giremezdi.

Nâzım Hikmet bu ortama birdenbire yepyeni bir şiirle gelmiş, o güne kadar şiire girmez sayılan konuları, alışılmış kuralları altüst eden bir serbestlikle şiirleştirivermişti.

Böylesine aşırı bir yeniliği yadsımak istemeleri doğal olan, alışkanlıklarına yenik ustalar bile, önlerine konan bu aykırı güzellik karşısında olumsuz bir tavır takınamadılar, mırın kırın etseler de, genel beğeninin baskısı altında, boyun eğmek zorunda kaldılar.

Dönemin ünlü edebiyat adamı Yakup Kadri şöyle diyordu:



"835 Satır Türk şiirindeki, hatta Türk dilindeki inkılâbın ilk satırıdır. (...) O, yalnız Türk şiirinde çığır açmış bir edebiyat inkılâpçısı değil, hiç görmeğe alışık olmadığımız yepyeni bir şair tipidir."



Dönemin en sevilen şairlerinden Ahmet Haşim ise, kendi anlayışına çok uzak olan bu şiiri şöyle değerlendiriyordu:

"Bu vezin bildiğimiz vezinlerden değil, bu lisan şiirin bizde bugüne kadar kullandığı lisana benzemiyor. Nâzım Hikmet Bey, tarzını kendi icat etmedi, bu biçimde şiirler şimdi dünyanın her tarafında yazılıyor. Nâzım Hikmet Bey bu tarzı anlamış, Türkçeleştirmiş, bu iklimin toprağında tutturabilmiş büyük bir yeni şairimizdir. Bu şiirin eskisine nazaran ruçhanı muhakkak. Eskiden şiir bir tek düdükle söylenirdi. Nâzım Hikmet Bey bir tek alet yerine koca bir orkestra takımı vücuda getirmiş. Fakat bu zengin orkestra, yalnız marş nevinden birtakım heyecanlı havalar çalıyor."

Kendisinden önceki sanatçılara karşı yaptığı çıkışlar, aşırı bir yenilik getirmiş olması, Nâzım Hikmet'i, önceleri, Gelecekçilik'ten kaynaklanan Batı'daki akımların etkisinde geçmişi hiçe sayan bir şair gibi gösterdi. Her şeyi yıkarak, Türk şiir geleneğinden kopmak istediği sanıldı. Bağlandığı dünya görüşü de bu sanıyı güçlendiriyordu. Ne var ki, yerel konulardan uzak, uluslarüstü yaklaşımına, insanı soyutlayarak ele alma eğilimine karşın, aynı yıl yayımlanan ikinci kitabı Jokond ile Si-Ya-U’da, Nâzım Hikmet'in, geleneksel şiirimizle bağlarını koparmak istemediği, bir bireşim arama özlemi içinde olduğu açıkça görüldü.

Varan 3; 1+1=1 (1930); Sesini Kaybeden Şehir (1931); Benerci Kendini Niçin Öldürdü; Gece Gelen Telgraf (1932); Turanla Babu'ya Mektuplar (1935) — kitaplar birbiri ardına geldikçe, "yalnız marş nevinden birtakım heyecanlı havalar" çalınmadığı, daha yumuşak, daha alçak sesli şiirlere yönelindiği, bir yandan da, türler arasındaki engellerin zorlandığı izlendi. En önemlisi de, soyut, uluslarüstü kişilerden, somut, yerel kişilere doğru gidilmekte, toplumsalcı içerikte yeri yok sanılan bireysel duygular, insanlara özgü tutkular bu büyük orkestrada gittikçe daha fazla yer almaktaydı.

Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı'nda (1936) ise. Nâzım Hikmet özlediği bireşime varmış, Türk şiir geleneğinin, Türkçenin güzelliklerini çeşitli yönleriyle kucaklayan, hem Divan şiirinden, hem Halk şiirinden etkiler alan, çok güçlü bir "yeni" şiire ulaşmıştı.

Çağdaş Türk şiirinin başlangıç yıllarında en önemli, en göze batan değişiklikleri gerçekleştirmiş olan Nâzım Hikmet'in, sekiz yıl süren bu ilk yayın döneminde, bir yandan da kendi şiir anlayışı değişmiş, gelişmişti. 20 Nisan 1937'de "Her Ay" dergisinde çıkan bir soruşturmaya verdiği yanıtta bu gelişmeyi şöyle özetliyordu:

"Ben şiirde realiteyi bütün mürekkepliği, mazi, hal, istikbal unsurlarıyla ve hareket halinde veren bir realizme ulaşmak istiyorum. Fakat, hâlâ ulaşamadım. Birçok yazılarımın realizmi tek taraflıdır. Bundan dolayı da çok defa fazla haykıran bir 'propaganda' edası taşıyorlar. Bu hatamı anladım. Yeni verimlerimde bu hataya bir daha düşmeyeceğim. Cihanı görüş, anlayış bakımından değil, bu cihanı görüş ve anlayışın sanattaki tezahürü bakımından telakkilerim bir hayli değişti."

Nâzım Hikmet'in şiir anlayışında önemli bir değişmenin gelmekte olduğunu Şeyh Bedreddin Destanı zaten '1936'da göstermişti. Belki de bu tedirginlik yüzünden 1937 ürünsüz geçti. 1938'de ise cezaevi yılları başladı. İçerde yazdıkları yayımlanamadığı gibi, eski kitaplarının yeni basımları da yapılamadı. Birkaç yıl içinde Nâzım Hikmet şiiri ortadan silindi. Yapıtları özel kitaplıklarda bile en gizli köşelere saklandı. Yeni şiirleri ise ancak yakınlarının, dostlarının, cezaevi yöneticilerinin çevresinde okundu.

Serbest nazım 1929-1938 arasında yaygın bir akım görünümü kazanmış mıydı?

1920'lerin sonunda bu yola giren birkaç şair görüldüyse de, yaygın bir akımın oluştuğu söylenemez. Nâzım Hikmet'in siyasal eylemleri yüzünden sürekli kovuşturmalara uğraması, öte yandan şiirindeki çok belirgin özelliklerin, kendisini izleyenleri "taklitçi" durumuna düşürmesi, okurlar arasında büyük ilgi görmesine karşın, serbest nazmın yaygınlık kazanamamasına, siyasa ile koşutluk içindeymiş gibi görünmesine neden oldu.

1929'da 24 Saat, 1930'da A-Birinci Forma, Herhangi Bir Şiir Kitabıdır adlı yapıtları yayımlanan İlhami Bekir Tez, Serbest nazım akımında Nâzım Hikmet'in en yakın yol arkadaşıydı. Aynı dünya görüşünü, benzer şiirleştirme yöntemlerini paylaşıyordu. Ama bu arkadaşlık uzun sürmedi. İlkokul öğretmeni olan İlhami Bekir Tez geri çekilmek, şiire de, Nâzım Hikmet'e de uzak durmak zorunda kaldı. Bir ara Halkevi çevrelerinde göründü. Daha sonra ise bu gibi çevrelere de, ilerici dergilere de yaklaşmadan, şiirini kendi dünyasına kapattı. Ortamını buldukça kitapçıklar yayımladı. Az sayıdaki ölçülü uyaklı şiirlerinin dışında, Serbest nazım dönemindeki şiirleştirme yöntemlerinden hiçbir zaman vazgeçmedi.

1+1=1'deki(1930) şiirleriyle Serbest nazım akımı içinde yer alan Nail V. de 1932'deki bir tutuklanma olayının getirdiği bunalımlarla Nâzım Hikmet'den uzaklaştı. Daha sonra bazı dergilerde şiirleri çıktıysa da arkası gelmedi.

Bu şairler yalnız bir şiir anlayışını değil, bir dünya görüşünü de paylaşmışlardı Nâzım Hikmet'le. Oysa aynı dönemde Serbest nazım akımı içinde siyasal eğilimlerini şiirlerine yansıtmayan şairlerde vardı.

1921-1925 yılları arasında Berlin'de tiyatro öğrenimi gören Ercümend Behzad Lav, Batı dünyasındaki yeni şiir akımlarıyla ilgilenmiş, yurda döndükten sonra, Gerçeküstücülük, Gelecekçilik, Dadacılık gibi akımların etkisinde şiirler yayımlamaya başlamıştı. Eski şiire karşı çıkışta serbest nazmı seçmiş olmanın ötesinde. Nâzım Hikmet'le ortak bir yanı yoktu, ondan etkilenmiş de değildi. Serbest nazmı Batı'da görüp özenmiş, yıkıcı yönüne yakınlık duymuş, toplumsal bir eylem için kullanmayı düşünmemişti. Sonradan, 1950'lerde, ortaya çıkan toplumsalcı eğilimleri de o günlerde açık değildi. Gene Serbest nazım anlayışı içinde, ama daha çok biçimsel kaygılarla, seçkin aydınlara dönük bir şiir yazıyordu. İlk kitabı S.O.S. 1931'de. ikincisi Kaos 1934'de yayımlanmış, fazla bir ilgi görmemişti.

Mümtaz Zeki Taşkın'ın, Mustafa Niyazi ile birlikte 1934'de yayımladıkları, Allo Allo adlı Dadacı şiire özenen kitap da bir yankı uyandırmadı.

Serbest nazım akımının Batı'dan esinlenen kolu, genç Sovyet şairlerinden esinlenen, ama kendi şiir geleneğimizden de kopmayan koluna gösterilen ilgiyi görmedi, bir sevgi ortamı yaratamadı.

Kentsoylu yaşamıyla çatışmaya giren, ama bir çıkış yolu bulamayan, altyapıda değiştiremediği şeylerin yansıması olan üstyapıyı değiştirmekle, içindeki karşı koyma, yıkma, isyan etme özlemini doyuran Batılı sanatçıların, kültür alanında yarattıkları yozlaşmalar, şiirimize Ercümend Behzad'la, Mümtaz Zeki'yle gelmişti. Ama bir şeyleri karşıladığı için değil, Batı'da görüldüğü için, bir öykünme sonucu yazılmıştı bu şiirler.

Serbest nazım akımının Nâzım Hikmet öncülüğündeki şairlerinin ise, yadırganan biçim değişiklikleri getirirlerken, aslında, içeriğe daha fazla önem verdikleri bir gerçektir. Serbest nazmı söyleyecekleri şeylere daha yatkın düştüğü için, aradıkları ses tonuna onda ulaşabildikleri için seçmişlerdi. Onların Türk şiirine getirdiklerini, basamak basamak dizeler, değişik uyaklar gibi ilk bakışta görünen yanlarıyla sınırlamak çok yanlış olur. Bu şairler dünyaya başka bir toplum katının görüş açısından bakmak istemişler, sanatı kentsoyluların tekelinden çıkarmaya çabalamışlardır. Ayrıca şiiri inançlarının savunma aracı olarak gören Namık Kemal, Tevfik Fikret gibi şairlerden bir adım daha ileri giderek, sınıflar arası bir kavga aracı olarak kullanmışlardır.

Böylece, 1940 yılı eşiğine, bir yanda yozlaşmakta olan Batı kentsoylu kültürünün etkisinde aşırı biçim deneyleri; öte yanda içerikte yepyeni atılımlar, içeriğin zorlamasıyla ortaya çıkmış değişik biçimler, değişik söyleyişler; 28 yıla yargılı bir şair; İkinci Dünya Savaşı'nın tehlikeleri karşısında iyice hoşgörüsüzleşmiş, baskıcı yöneticilerle gelinmiştir.

Bir de bu yenilikçiliğe açık öncü şiirin ötesindeki görünüm var: Yarı aydınların Nâzım Hikmet'in yanı sıra, onunla birlikte sevmeyi sürdürdükleri, en büyükler arasındaki yerleri hiç sarsılmayan iki şair, Yahya Kemal ile Ahmet Haşim, gene gönüllerde, gene şiir defterlerinin baş köşelerindedirler. Nâzım Hikmet'e düşünceleri yüzünden yakınlık duymayan, halka yöneliyorum diye şiire kabadayı ağzını sokmasını hoş görmeyenlerin yücelttikleri genç şair ise Necip Fazıl Kısakürek'dir. Heceyle yazan, heceyi manzumecilikten uzaklaştırmakta bir adım daha ileri giden bu özgün sanatçı, ölçü ile uyağın şiirleştiriciliğine yenik düşmeden, şiirselliği içerikte aramış, Halk şiirimizin incelikleriyle Fransız şiirinin yetkinliğini birleştiren söyleyişlere ulaşmıştır. Nâzım Hikmet'in dışa dönük, maddeci, toplumsal şiirine karşı, Necip Fazıl içe dönük, maneviyatçı, bireysel bir şiirin başarılı örneklerini vermiştir. Daha sonraki yıllarda İslamcılık yolunda gittikçe gizemselleşecek olan bu şiir, 1940 öncesi ürünleriyle, Türk şiirinde daha az gürültüyle olsa da hep süren bir çizginin (Şeyh Galip'den Dağlarca'ya gelen çizginin) önemli bir halkasıydı.

Fransız şiirinin Verlaine, Rimbaud, Baudelaire gibi büyük ustalarını, Necip Fazıl şiirini tanıyarak yazmaya başlayan daha gençlerin, 1909-1910 doğumluların arasından Serbest nazım akımından hiç etkilenmeyen şairler çıkmıştır: Ahmet Muhip Dıranas, Cahit Sıtkı Tarancı, Ziya Osman Saba gibi. Bu şairlerin özelliği hece kalıplarını kullanırken, şiiri ölçü ile uyağa yaslanarak yakalamaktan, manzumecilikten bütünüyle sıyrılıp içerik sanatlarına yönelmiş olmalarıdır. Bu kılı kırk yaran biçimciler, aslında şiiri hep içerikte aramışlardır.

Nâzım Hikmet'in büyük bir ilgiyle karşılandığı, övgülere boğulduğu bir dönemde işe yeni başlayan yetenekli gençlerin Serbest nazım akımından etkilenmemeleri, Fransız şiirine, Necip Fazıl'a daha yakın durmaları, üstünde düşünülmesi gereken bir olgudur. Türk şiiri Serbest nazım akımını tanımış, bu yolda çok güçlü, etkili, başarısını dostuna düşmanına kabul ettiren bir şair yetiştirmiş, ama yolunu değiştirmemişti.

Aslında Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Faruk Nafiz, Anadolucu bir şiiri manzumeciliğin tatsızlığından iyice kurtulmuş bir anlayışla geliştiren Kemalettin Kamu, Ahmet Kutsi Tecer, hecede Yahya Kemal'in söyleyişini arayan Ahmet Hamdi Tanpınar, Fransız şiirinden güç alan ustalığında yabancı kokusu hiç sezilmeyen Necip Fazıl da yenilikçi şairlerdir. Ayrım şurada: Bu yenilikçilik bir gelişme niteliğindedir, her şeyi yıkıp yeniden kurmak gibi devrimci bir yönü yoktur; şiire siyasal bir görev yüklemekten ise bütünüyle uzak durmaktadır.

Sabri Esat Siyavuşgil, Cevdet Kudret, Vasfi Mahir Kocatürk, Yaşar Nabi Nayır gibi Yedi Meşale'ci genç yetenekleri umutsuzluğa düşürerek şiirden uzaklaştıran Serbest nazım akımının, Ahmet Muhip Dıranas, Cahit Sıtkı Tarancı, Ziya Osman Saba ile, görece daha tutucu olan evrimci çizginin yeniden filizlenip gelişmesine engel olamadığı bir gerçektir.

Bu arada Mustafa Seyit Sutüven gibi hem aruzu, hem heceyi, hem de serbest nazmı deneyen, belki de o yüzden ulaşabilecekleri düzeyin altında kalan, kararsızlıklarına kurban giden şairler de olmuştur. Nâzım Hikmet'in siyasa alanındaki eylemlerinin yarattığı hava öyleydi ki, serbest nazımla hece arasında bir seçim yapanlar siyasal bir seçim de yapmış gibi görünüyorlardı. Hele 1938'de Nâzım Hikmet cezaevine sokulup şiiri ortadan kaldırılınca, serbest nazmın çağrışımlarından daha bir korkulur oldu. Uzun süre serbest nazma yalnızca sol eğilimli gençler yakınlık gösterdi.

Nâzım Hikmet'in arkasında kalan boşluğu doldurmaya aday genç şairlerin en yeteneklisi olarak Hasan İzzettin Dinamo'nun adı anılıyordu. Yeniden ağırlığını duyurmaya başlayan "eski" şiire karşı ilerici genç sanatçılar çeşitli çıkışlar yapmakta, bildirgeler yayımlamaktaydılar.

Bu arada Gavsi Halid Ozansoy'un "İstiklal" gazetesinde çıkan "Tasfiye Lazım" başlıklı yazısı basında büyük gürültüler kopmasına neden oldu.

Yazının sonu şöyleydi:



"Meydan maalesef üç renkli kapak basabilen mecmua sahipleriyle; şöhret simsarlarının işgalindedir.

"Bu iki hududun içersinde bunalan kari bir üçüncü hudut daha olduğunu, nereden bilsin?.

"Hikâyede bir Said Faik'in, nesirde bir Cavit Yamaç'ın, resimde bir Abidin Dino'nun, şiirde bir Melih Cevdet, İlhami Bekir, Cahid Saffet, İlhan Berk'in mevcudiyetini kimden öğrensin?

"Türk sanatında programlı, kültürlü ve malzemeli bir 'nesil' yetiştiğini, duvar afişleri yapıp, sokaklara mı asalım?

"Hayır. Bir çare var: Tasfiye. Sanat ve zevk ölçülerimiz tasfiyeye muhtaç."



Bu yazıyla patlak veren tartışmalar işin bir eski kuşak-yeni kuşak kavgası olmadığı, güne ayak uyduramayan sanatçıların tasfiye edilmek istendiği gerçeğini ortaya çıkardı.

"Servetifünun-Uyanış" dergisinin 25 Ocak 1940 tarihli sayısındaki "Eski Nesle Açık Mektup" adlı yazıda şu sözler yer alıyordu:



"Sanat eserinde sosyal bir mesele aramak endişesi; dar ve ölü şekil kalıplarına karşı hür bir isyan; köydeki, kasabadaki ve büyük şehirlerdeki sosyal kaynaşmanın sanat eserine aksetmesi keyfiyeti, ancak bizim seleflerimizde doğdu ve meyvalarını verdi.

"Biz sanat eserinin sonuna kadar bir anane düşmanlığı, sonuna kadar bir millet sevgisi ve gene sonuna kadar insanlık değeri taşımasını istiyoruz. Geçen nesil ise umumiyetle, özlüye değil sahteye, mahallî renge (değil), kozmopolit havaya, kitleye yakın esere değil, kitleden uzak esere ehemmiyet verdi.

"Ve gene ekseriya, insanı cemiyet hayatından çekip uzaklaştıran fildişi kule güzelliklerini alkışladı."



1940 yılında yazılan bu yazıda "sonuna kadar bir anane düşmanlığı”ndan söz edilmesi, kimi genç kuşak sanatçılarının, 1936 yılında yayımlanmış olan Şeyh Bedreddin Destanı'nda Nâzım Hikmet'in çağdaş şiir ile geleneksel şiir arasında kurmaya çaba gösterdiği bireşimin ayrımına varmadıklarını açıkça gösteriyor. Anlaşıldığına göre. Serbest nazımla başlayan atılımcı yenileşme özlemi, eskinin yeniden üste çıkar görünmesi üzerine, sol eğilimli .gençlerden tepkiler gelmesine yol açmıştı, ama ortada ne yapacağını bilen, örgütlü, güçlü bir topluluk yoktu.

8 Şubat 1940 tarihli "Servetifünun-Uyanış" dergisinde çıkan "Eski-Yeni Kavgası" başlıklı yazısında Suad Derviş şöyle diyordu:



"Evet genç kalemler arasında öyle büyük tezadlar göze çarpmaktadır ki, bu tezadların hiç bir dâvada — hele edebiyat dâvası gibi doğrudan doğruya bir fikir, bir kanaat, bir dünya görüşü, bir dünya anlayışı ifade eden bir dâvada, müşterek ve müttehid cephe olmalarına, müşterek mücadele edip, müşterek zafer kazanmalarına imkân yoktur."



Bu tartışmalar olurken. Serbest nazmın Türk şiirine getirdiği yenilikleri siyasal ağırlığından soyutlamadan benimseyip sürdürme eğilimleri yüreklendirilmek istenirken, 1937'den beri "Varlık" dergisinde ölçü uyak dinlemeyen, eskiye bütünüyle karşı çıkan, bu arada serbest nazmın siyasa ile bağını da koparan yeni bir şiir anlayışının ilk örnekleri yayımlanmaktaydı.

Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet üçlüsünün yazdığı bu şiirler birkaç yıl içinde edebiyat dünyasının sınırlarını aşan bir ilgiyle karşılandı.

Orhan Veli'nin 1941 yılında yayımladığı Garip adlı kitabının alt başlığı şöyleydi: "Şiir hakkında düşünceler ve Melih Cevdet, Oktay Rifat, Orhan Veli'den seçilmiş şiirler." Böylece, başa konmuş olan bildirge niteliğindeki yazının sorumluluğu Orhan Veli'ye bırakılıyordu. Anlaşılan Melih Cevdet ile Oktay Rifat "Garip" başlıklı bu yazıda savunulan düşünceleri bütünüyle benimsememişlerdi. Ama kitaba alınan şiirler arasındaki benzerlik ortak bir anlayıştan yola çıkıldığını açıkça gösterecek kadar büyüktü.

"Garip" başlıklı yazının bir yerinde şu sözler yer alıyordu:



"Bugüne kadar burjuvazinin malı olmaktan, yüksek sanayi devrinin başlamasından evvel de dinin ve feodal zümrenin köleliğini yapmaktan başka hiç bir işe yaramamış olan şiirde bu değişmeyen taraf; ‘müreffeh sınıfların zevkine hitap etmiş olmak’ şeklinde tecelli ediyor. Müreffeh sınıfları yaşamak için öyle çalışmaya ihtiyacı olmayan insanlar teşkil ederler ve o insanlar geçmiş devirlerin hâkimidirler. O sınıfı temsil etmiş olan şiir lâyık olduğundan daha büyük bir mükemmeliyete erişmiştir. Fakat yeni şiirin istinat edeceği zevk artık akalliyeti teşkil eden o sınıfın zevki değildir. Bugünkü dünyayı dolduran insanlar yaşamak hakkını mütemadi bir didişmenin sonunda bulmaktadırlar. Herşey gibi şiir de onların hakkıdır ve onların zevkine hitap edecektir. Bu, mevzuubahis kitlenin istediklerini eski edebiyatların aletleriyle anlatmaya çalışmak demek de değildir. Mesele bir sınıfın ihtiyaçlarının müdafaasını yapmak olmayıp sadece zevkini aramak, bulmak ve sanata hâkim kılmaktır. "Yeni bir zevke ancak yeni yollarla ve yeni vasıtalarla varılır. Bir takım ideolojilerin söylediklerini bilinen kalıplar içine sıkıştırmakta hiçbir yeni ve san'atkârane hamle yoktur. Yapıyı temelinden değiştirmelidir. Biz senelerden beri zevkimize ve irademize hükmetmiş, onları tayin etmiş, onlara şekil vermiş edebiyatların sıkıcı ve bunaltıcı tesirinden kurtulabilmek için, o edebiyatların bize öğretmiş olduğu herşeyi atmak mecburiyetindeyiz."



Görüldüğü gibi. Garip şiiri yalnızca Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Necip Fazıl gibi şairlere değil. Nâzım Hikmet gibi şairlere de karşı çıkmaktaydı.

Garip şiirinin Serbest nazmın Nâzım Hikmet koluna uzaklığı çok açıktır. Şeyh Bedreddin Destanı'ndaki bireşim, çağdaş şiirle Divan şiiri, Halk şiiri arasında kurulan bağlar, "Yağmur Çiseliyor" bölümündeki söyleyiş, Garip'çiler için bir çıkış noktası olmamış, bu şiir her şeye yeniden başlamayı seçmiştir.

Orhan Veli'ye göre Garip'le "şiirdeki bütün hudutlar" aşılmıştır. Ölçü, uyak, imge, ses. müzik, hiçbir şey sınırlayamaz artık şiiri.

Bu eskiye toptan sırt çevirme, öz şiir yolunda bütün sınırları aşma özlemi, bir yere kadar, Batı'nın Gerçeküstücü, Gelenekçi, Dadacı şairlerini çağrıştırıyorsa da "Garip" başlıklı bildirgede şöyle deniyordu:



"Surrealisme'le, burada bahsettiğim iştirakler haricinde hiçbir alâkamız olmadığı gibi herhangi bir edebi mekteple de bağlılığımız mevcut değildir."



Böylece Serbest nazmın Ercümend Behzad koluna da bir yakınlık duyulmadığı açıkça belirtilmiş oluyordu.

Siyasal yönden sakıncalı olmayan, alaya alınması, fıkralara sokulması kolay, üstelik de okurların şaşırtılma özlemlerini büyük oranda karşılayan Garip şiiri gazetelerde günün konusu haline geldi. Orhan Veli ince alaycılığı, gırgır reklamcılığıyla işin üstüne üstüne gitti. Oynadı gazetecilerle...

Gazetelerin köşe yazarları, karikatürcüler bu tatlı konuyu iyice benimseyince, birkaç yıl içinde Garip şiiri bir akım niteliği kazanarak büyük yaygınlığa ulaştı. Şairliğe heves eden gençler şaşırtıcılığı öne alan, çocuksu söyleyişlere yaslanan şiirler yazmaya koyuldular.

Garip akımını başlatan Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet ise emekçi sınıfının beğenisini ararken, küçük kentsoyluların alt tabakalarla birleştiği yerlerde dolaştılar. Güzel şiirler yazdılar, şiir alanında pek çok şeyi değiştirdiler, yeni bir "beğeni" getirdiler. Hece şiirinin, tutucu şiirin geri çekilmesini, sürdürülemez görünmesini sağladılar. Hecenin genç ustalarını, Cahit Sıtkı Tarancı'yı, Ziya Osman Saba'yı bile — heceden bütünüyle koparamasalar da — yanlarına çektiler.

Toplumsal kaygılar taşımayan bir şiirin böylesine yaygınlık kazanması, gene aşağı yukarı aynı yıllarda şiir yazmaya başlayan toplumsalcı şairleri. Serbest nazmın Nâzım Hikmet'te beliren özelliklerini, çeşitli yönlerine ağırlık vererek sürdüren, siyasal eylemlere katılan, kovuşturmalara uğrayan, sürekli baskı altında tutulan şairleri, büyük oranda tedirgin etti. Yazdıklarını yayımlama olanakları bile kısıtlı olan bu şairler Garip akımını gerici bir akım olarak nitelediler. Hasan İzzettin Dinamo, Rıfat Ilgaz, Cahit Irgat, Niyazi Akıncıoğlu, A.Kadir, Fethi Giray, Suat Taşer, Ömer Faruk Toprak, Enver Gökçe, Mehmed Kemal, Arif Damar siyasal düşüncelerinin belirlediği şiir anlayışlarına uymadığı için. Garip akımının dışında kalmaya özen gösterdiler.

Ne var ki, yazdıklarını yayımlayamayan, okurlarıyla sürekli bir ilişkiye giremeyen bu sanatçılar, siyasal baskıların olumsuz etkileri altında ezildiler, hep arkada kaldılar. Kimi yazarlığın başka alanlarına kaydı, kimi bütünüyle sustu, kimi yayımlanabilir olmanın yollarını arayarak değişti, kimi de yazdıklarını ortaya çıkarmayıp siyasal baskıların geçmesini bekledi.

Böylece Serbest nazımla gelen toplumsalcı şiir anlayışının bir sonraki kuşakta yaygın bir akım niteliğine bürünmesi önlenmiş oldu. Garip akımı ise çok hızlı bir gelişmeyle, eski şiirin yollarını kesen bir yaygınlığa ulaştıktan sonra, kurucularınca da eksiklikleri görülerek arkada bırakıldı.

Orhan Veli 1945'te Garip'in ikinci basımına yazdığı yazıda şöyle diyordu:



" 'Hiçbir yaptığımdan pişman olmıyacağım' diye bir karar vermişliğiniz var mıdır? Benim vardır. Çok da faydasını gördüm. Bundan bir hayli zaman (önce) böyle bir karar vermemiş olsaydım, üzüntülü günlerimin sayısı muhakkak ki daha fazla olurdu. Bu arada '1941 senesinde Garip adlı bir kitap neşretmişim' diye döğünür durur, hele onun yeniden basılmasına dünyada razı olmazdım."



1945'te Vazgeçemediğim'i, 1946'da Destan Gibi’yi yayımlayan Orhan Veli, 1947'de "Yedigün"de çıkan bir konuşmasında ise, "herkesin acayiplik telâkki ettiği" eski şiirleri için şöyle demekteydi:



"Şimdi onları beğenmiyorum. Şekil bakımından zayıf buluyorum. Şiirin bir de ustalık denen şeye dayandığını o zaman bilmiyormuşuz demek. Bugün bu şairlerden ayrıldık. Halk edebiyatından istifade ediyoruz. Ama bir hamle yapabilmek için, eskilikten silkinebilmek için o şiirleri de yazmak lâzımdı."



Ayrıldık dediği şairler, Batı'nın "modern" şairleri ile gerçeküstücüler.

Böylece, halkın beğenisini arama yoluna bir de Halk edebiyatı geleneğinden giriliyordu. 1949'a, "Yaprak" dönemine kadar, Orhan Veli halkın beğenisini aramayı sürdürdü. 1947'de yayımlanan Yenisi adlı kitabı kentlerde yaşayan alt tabaka insanları ağzıyla söylenmiş şiirlerle doluydu.



Serbest nazım akımı ile Garip akımını karşılaştırırken bu akımlara öncülük etmiş sanatçıların en başarılı dönemlerini düşünmek yanıltıcı olur. Sanatçılar gelişip kendilerini buldukça akımların sınırlarını aşarlar. Ne Nâzım Hikmet'i Serbest nazım akımına sığdırabiliriz; ne de Orhan Veli'yi, Oktay Rifat'ı, Melih Cevdet'i, Garip akımına. Örnek vermek gerekirse Memleketimden insan Manzaraları Serbest nazım akımı içinde, ya da Troya Önünde Atlar Garip akımı içinde düşünülemez.

Serbest nazım deyince Nâzım Hikmet'in Şeyh Bedreddin Destanı'na kadar olan dönemini, İlhamı Bekir Tez'i, Nail V.'yi, Ercümend Behzad Lav ile Mümtaz Zeki Taşkın'ın 1940'dan önce yazdıklarını hatırlamalıyız.

Garip akımı ise Orhan Veli'de Destan Gibi, Oktay Rifat'da Aşağı Yukarı, Melih Cevdet'de Telgrafhane ile son bulur. Bunlar şairlerinin başka bir şiir anlayışına yöneldiklerini açıkça gösteren kitaplardır.

Bu bakımdan Serbest nazım akımıyla Garip akımını karşılaştırmak, diyelim Nâzım Hikmet'le Orhan Veli'yi karşılaştırmak anlamına gelmez.

Önce iki akımın doğdukları ortamlar arasındaki benzemezliklere değinelim:

Siyasal açıdan Serbest nazım akımı bir kırıklık, özlediğini elde edememe ortamında doğmuştur, ama umutsuzluk söz konusu değildir. Sanata karşı oldukça hoşgörülü bir baskı vardır. Memleketin yönetimini bütünüyle elinde tutan, karşı çıkılan, dolayısıyla korkulan kişi, aynı zamanda bir kurtarıcı olarak sevilen, üstelik de sanattan anlayan bir insandır. Serbest nazım akımının en parlak günlerinde, siyasal eylemleriyle başı derde giren Nâzım Hikmet'i alttan alta koruduğuna inanılır. Garip akımı ise, bu gibi duygusallıklara hiç düşmeyen, memleketi savaşa sokmamaktan başka bir kaygısı olmayan, iç çekişmeleri kökünden kazıyıp atmak isteyen, ödün vermez bir Milli Şefin baskı ortamında doğmuştur. Umutsuzluk büyük oranda söz konusudur. Dünyada savaş vardır. Nâzım Hikmet gene cezaevindedir. Üstelik bu kez bağışlanacak gibi de görünmemektedir.

Sanatsal açıdan benzemezliklere gelince:

Serbest nazım akımı bir değişikliği bekleyen, "hazır" bir ortamda doğmamıştır. Dizeleri kırmanın, ölçüyü serbestleştirmenin tutup tutmayacağı belli değildir. Serbest nazım akımının ne Batı'dan esinlenen Ercümend Behzad deneyi, ne genç Sovyet şairlerinden esinlenen Nâzım Hikmet deneyi, daha önce yapılmış benzer deneylerin başarılarından hız almamıştır. Garip akımı ise bir değişikliği bekleyen "hazır" bir ortamda doğmuştur. Serbest nazım akımının, daha doğrusu Nâzım Hikmet'in başarısından sonra, bu tür girişimlerin sanat alanında ilgiyle karşılanacağı bilinmektedir.

İki akımdan birinin "hazır" olmayan, öbürünün "hazır" olan ortamlarda doğmaları, yayılma güçlerini belirleyen önemli bir etkendir. Serbest nazım akımı çevresine çok az şair toplarken. Garip akımı birdenbire yayılıvermiş, aşağı yukarı bütün genç sanatçıları etki alanına almıştır. Bu duruma yol açan çok önemli başka bir etken de Serbest nazmın birtakım siyasal tehlikeler getirmesi. Garip akımının ise bu tehlikeleri baştan yok etmesidir. İki akım arasındaki en köklü benzemezlik içeriktedir denilebilir.

Ama bunlar söylenirken daha çok Nâzım Hikmet, İlhami Bekir Tez, Nail V. düşünülüyor. Serbest nazım akımının bir de öbür kolu var. Ercümend Behzad ile Mümtaz Zeki Taşkın için de aynı şeyler söylenebilir mi? Siyasal açıdan söylenemez, ama onların da içerik, bakımından Garip akımıyla benzerlikleri bulunmadığı bir gerçek. Bunun nedenleri üzerinde düşünürken şunu görüyoruz: Ercümend Behzad ile Mümtaz Zeki Taşkın Batı'daki şiir akımlarını izlemişler, onlardan etkilenerek yazmışlardır. Garip'çiler ise bu akımlardan pek etkilenmemişler, "bir edebî mekteple bağlılık" kurmak istememişlerdir. Onların Batı'da ilgisini çeken asıl Uzak Doğu şiiri olmuştur. Garip'deki şiirlerin çoğunda Hay-Kay havası vardır.

Kesinlikle anlaşılıyor ki, Ercümend Behzad ile Mümtaz Zeki Taşkın'ın deneyleri Garip'çilerin pek ilgisini çekmemiştir. Nâzım Hikmet'le de içerik bakımından temelden ayrılıyorlar.

Yalnız şöyle bir durum var:

Orhan Veli'ye göre, "her şey gibi şiir de (...) yaşamak hakkını mütemadi bir didişmenin sonunda" bulanların "hakkıdır ve onların zevkine hitap edecektir." Gerçi onların "ihtiyaçlarının müdafaasını yapmak" görevini yüklenmek söz konusu değildir, ama emekçilerin beğenisini aramak, bulmak, "sanata hâkim kılmak" özleminde, Orhan Veli, Nâzım Hikmet'le birleşmektedir.

Bu noktada içerik bakımından bir benzerlikleri olması gerekmez mi?

Aslında Orhan Veli'nin, Nâzım Hikmet'e karşı, adını vermeden yaptığı çıkışla söylemek istediği şudur:

Bugüne kadar bilinen kalıplarla, yani kentsoylu sanatının etkilerinden kurtulamadan, emekçi sınıfının davalarını savunanlar çok oldu. Nâzım Hikmet de onlardan biri. Ama bu önemli değildir. Önemli olan, kentsoylu sanatının etkilerinden bütünüyle sıyrılmak, yapıyı temelinden değiştirmek,emekçi sınıfının beğenisini aramak, bulmak,"sanata hâkim kılmaktır."

Ne var ki, bu aranışta, Orhan Veli, karşı çıktığını sandığı Nâzım Hikmet'in yanında yer almaktadır. Çünkü "Nâzım Hikmet bütün sanat yaşamı boyunca kentsoylu sınıfının beğenisinden kurtulup emekçi sınıfının beğenisini aramak, bulmak, "sanata hâkim kılmak" için savaşmıştır. Anlaşılan, Orhan Veli'ye göre. Serbest nazım döneminde yazdıklarıyla Nâzım Hikmet bu yolda bir başarı elde edememiş, hatta böyle bir kaygısı olduğunu bile gösterememiştir.

Yıllar sonra Nâzım Hikmet'in de kendi ilk şiirlerini bu açıdan eleştirdiğini biliyoruz. Böylesine güç bir işi başarmak elbette kolay değildi. Nitekim Orhan Veli de bu yolda önemli bir başarı elde edememiştir.

Her iki şairin de ilk dönemlerinde, emekçi sınıfının beğenisini ararken, kabadayı ağzına düşkünlük göstermeleri, ortak bir özellikleri olarak ileri sürülebilir. Buna ortak bir yanılgı da diyebiliriz. Yalnız bu ağzı Nâzım Hikmet bir başkaldırma, kafa tutma tonu olarak benimserken, Orhan Veli değişik bir yaşama tarzının hoşa giden bir ince alay öğesi olarak kullanmıştır.

Biçimsel açıdan iki akımın benzer görünen bir yanları aruz ya da hece ölçüsüne bağlı kalmamaları, bilinen uyak düzenlerine uymamalarıdır. Bu ortak özellik uzaktan bakanlara iki akım arasında büyük bir benzerlik varmış izlenimini verir. Oysa biraz yakınlaşınca önemli ayrımlarla karşılaşılır.

Serbest nazım akımında hece öğeleri, kalıplara bağlı kalmayan bir anlayışla da olsa, daha çok kullanılır, biraz dikkat edince hemen görülür. Ritim, ahenk, üstüne düşülen, şiirde bulunması özlenen şeylerdir. Uyak yeni bir anlayışla ele alınmıştır, ama çok önem verilen bir öğedir, sırasında şiirin en ilginç yönü oluverir.

Garip akımında ise hece ya da aruz ölçülerinin izlerini görmek daha güçtür. Ritim, ahenk, bu akımın karşı çıktığı, bütünüyle kurtulamamış da olsa, benimsemediği şeylerdir. Uyaktan da elden geldiğince kaçınılır, dize sonlarında seslerin uymasına değil, uymamasına çalışılır.

İki akımın ilk bakışta ortak görünen ama ayrıntılarında pek benzemeyen bir yanları da, eski anlamıyla "şairane"den kaçmaları, şiire konuşma dilini sokmak amacını gütmeleridir. Şiire konuşma dilini sokmak aslında o günler için yeni bir şey değildi, daha önceki şairler de bunun başarılı örneklerini vermişlerdi. Yalnız, Serbest nazım akımı ile Garip akımı şairleri bu işi, arada bir, değişiklik olsun diye yapmadılar. Şiiri bütünüyle konuşma dilinin içine aldılar, ayrı bir şiir dili oluşturmayı hiç düşünmediler.

Ama Serbest nazım akımının özellikle Nâzım Hikmet kolu, konuşma dili derken, kendi evlerinde konuşulan dili değil, emekçilerin konuştuğu dili anlıyorlardı. Bu dili arama çabası onları argoya, açık sözcüklere, yer yer de kabadayı ağzına götürdü. Garip akımı ise sokaktaki sıradan insanın konuşma diline özendi, emekçi sınıfına çok yakın bir yerlerde duran küçük kentsoyluların, sessiz, ezik, dertli insanların dilini benimsedi. Bu dertliliğin içine küçük mutluluklar serpiştirdi, ama umutsuzluk hep egemendi.

Serbest nazım bir koluyla yığınlara gelecek güzel günleri muştulayan, umutlu bir kavga şiiri getirmişti. Garip akımı ise umutlu bir dil aramak gereğini duymadı, boyun eğen, ezik insanların, küçük insanların diliyle yetindi.

İki akım arasındaki çok önemli bir benzemezlik de ses tonlarındadır. Serbest nazım yüksek sesle, nerdeyse şarkı söyler gibi okunan şiirler getirmiştir. Günü gelince, büyük alanlarda, yığınlara okunacağı düşünülür bu şiirlerin. Garip akımı ise şiirin seslendirilmesine kesinlikle karşıdır. Alçak sesle, düpedüz okunmasını bile istemez. Şiire bakılacaktır. Şiir kulak için değil, göz içindir. Bu anlayış Batı'da dizelerle resim yapma aşırdığına dönüşmüştür. Garip akımının bu yönü yoktur. Göz içindir derken, şiirin seslendirilmeden, içten okunması istenmiştir yalnızca.

İki akım arasındaki gene çok önemli başka bir benzemezlik de şudur:

Ercümend Behzad ile Mümtaz Zeki Taşkın Batı şiirinden etkiler alırken ulusal havadan uzaklara düşmüşler, uluslararası bir şiirin çerçevesine girmişlerdi. Nâzım Hikmet de Serbest nazım döneminde yazdıklarında ulusallıktan özellikle kaçındı. Gerçi o döneminde de şiir geleneğimizden yararlandığı bir gerçektir, ama bağlandığı dünya görüşünün etkisiyle, şiirini uluslarüstü kılmak özlemini duyuyordu. Kişilerine yabancı adlar taktı, onları bir ülkenin insanı olmaktan kurtarıp uluslarüstü insanlar durumuna getirmek istedi. Çeşitli ulusların işçileri kendi ülkelerinin sömürücü sınıflarından çok birbirlerine yakınlık duyduklarına göre, uluslararası örgütlerde birleşip dünya çapında bir kavgayı yürüttüklerine göre, sanatta da ulusal bağlardan kurtulunmalıydı. Nâzım Hikmet bu görüşün Marx'çı açıdan da yanlış olduğunu, insanın içinde bulunduğu toplumla birlikte, toplumsal ilişkilerinden soyutlanmadan ele alınması gerektiğini, 1940'lara doğru anladı. Serbest nazım akımı döneminde yazdıklarını sonradan bu yönden de açık açık eleştirdi. Garip akımı ise şiir geleneklerimizden yararlanmadı. Uzak Doğu'dan gelen yabancı bir şiir anlayışının etkisinde kaldı, ama bizim toplumumuzun emekçilere çok yakın duran küçük kentsoylu kesimlerinden insanları anlattı. Böylece ulusal bir şiire yöneldi. İnsanlığın geleceği üzerine düşünceler üretmedikleri, birtakım özlemler çekmedikleri için, ya da bu gibi özlemlerini şiirlerine yansıtmadıktan için. Garip şairlerinin ulusçuluk-insancılık sorununda bir savrulmaları olmadı.

Bu iki akım arasında hiç benzemeyen bir yön de şudur: Serbest nazım öyküyle, hatta romanla yakın bir ilişkiye girmiş, Garip'çiler ise buna hiç yanaşmamış, şiiri öbür sanatlardan soyutlamayı bir ilke olarak benimsemişlerdir.



1949'da, "Yaprak" dergisinde, Orhan Veli de, arkadaşları da iyice değişmişlerdi. Yalnızca bir beğeniyi aramak, bulmak değildi artık amaçları. Siyasal düşüncelerini şiirlerine sokmaktan çekinmiyorlardı.

l Mart 1949 tarihli "Yaprak"da çıkan "Genç Şairden Beklenen" başlıklı yazısında, Orhan Veli şöyle diyordu:



"Yirmi yaşımızı dolduralı bir iki seneden fazla olmamıştı; beylik kalıplar, beylik oyunlar, beylik dünyalar içinde bunalmış kalmış olan şiire yeni imkânlar arayalım dedik. Şiire yeni dünyalar, yeni insanlar sokarak, yeni söyleyişler bularak şiirin sınırlarını biraz daha genişletmek istedik. İlk işimiz, bilinen sanatları bir tarafa bırakıp, şiiri bu sanatlar dışında şiir yapan özellikleri aramak oldu. Böylelikle onu bir reçete, bir tarife matahı olmaktan kurtaracaktık. Bu işi başarabilmek için de şiir tarifelerinin verdiği tertiplere karşı gelmek gerekiyordu. O tertipleri bulmuş olan şiirle o şiire sıkıca bağlı kimselerin bu dikine giden hareketten memnun olmıyacakları besbelli idi. Üstelik biz de görmek istediğimiz işin ne olduğunu belirtmek için, bir takım softaların damarına basmaktan hoşlanıyorduk. Şiirlerimizin yadırganışı sadece alışılmış kalıplar dışına çıkışından değil, çıkmak isteyişinden, bunda ayrı bir keyif buluşandandı. Gayretimizin nasıl bir sebebe dayandığı anlaşılınca biz de biraz yumuşar gibi olduk. Gelgelelim, bu arada şiire girmiş olan bazı şeyler, şiirin öz malı imiş gibi, yerleşti kaldı. Bunlardan biri eski şiirin yüksekten konuşmasına karşılık olarak şiire sokulan alelade konuşma; biri de eski şiirin büyük konularının, büyük heyecanlarının yanı başında yer alan küçük, alelade olaylar, küçük, alelade insanlardı. İlk niyet hiç bir şeyin şiir dışı kalmamasını sağlamaktı. Ama, bu yeni şiir yavaş yavaş yayılıp birçok kimse tarafından da tutulunca iş değişti. Genç okur yazarlar, hattâ bu işle uğraşanlar, sandılar ki şiir yalnız küçük olayların, yalnız alelade bir dille anlatılmasından meydana gelir. Böyle böyle bu basitlik, bu alelâdelik şiirin bir tarifi, bir şartı oldu. Basitlik, alelâdelik derken belki de biraz insaflı davranıyorum. Basitlik, alelâdelik diyeceğime boşluk, hiçlik desem daha doğru olur. Şairin, mısraları içinde, okuyucuya hiç bir şey söylememesi bir yana, söyleyişteki basitliğin de gerektiği gibi anlaşıldığını sanmıyorum. Kolay okunan mısraın kolay yazılır bir şey olmadığı pek bilinmiyor. Bunu anladığımız an şiirin güçlüklerini görecek, emeğe saygı göstermesini öğreneceğiz. Yalnız şairin emeğine değil; bütün insanların emeğine. Ondan sonra da kolay kolay boş lakırdı edemiyeceğiz. Genç şairlerimizin çoğunda, ne yazık ki, böyle bir boş lakırdı ile yetinme hali görüyoruz. Yazımın baş tarafındaki sözlerden de anlaşılacağı gibi, şiirimizin bu hale gelmesinde galiba bizim neslin büyük payı var. Ama, şair olacak kimsenin biraz düşünmesi, niyetle görünüşü birbirinden ayırabilmesi gerekir. Zaman zaman alelade şeylere de dokunabilmek başka, durmamacasına alelade olmak başka. Ayrıca, türlü işlerde çalışan milyonlarca insanın, iş görmüş adam olmanın hakkını kazanabilmek için, göbeği çatlarken, iki lâkırdı çırpıştırıp bir iş yaptım sanmanın kolay kolay hoş görülemiyeceğini bilmek lâzım. (...) Genç şairlerden beklenen, sadece, elbirliğiyle yıktıkları o eski, o sahte, o yaldızdan ibaret şiire karşılık özlü, beşerî bir şiir, bir gerçek şiir yaratmalarıdır. Bunu bugüne kadar biz de gerektiği gibi yapamamışsak çalışalım. Tek, Türk dili de, Türk şiiri de insan içine çıkabilecek, bizi Türk oluşumuzla övündürebilecek bir hale gelsin."



Orhan Veli'nin 1949'da yayımlanan Karşı adlı kitabı, Oktay Rifat'ın 1952 ile 1954'de yayımlanan Aşağı Yukarı, Karga ile Tilki adlı kitapları, Melih Cevdet Anday'ın 1952'de yayımlanan Telgrafhane'si, 1956'da yayımlanan Yanyana’sı, başlangıçta karşı çıktıkları bir anlayışın ürünleriydi denebilir.

Şeyh Bedreddin Destanının "Yağmur Çiseliyor" bölümünde Nâzım Hikmet'in ulaştığı söyleyişle Garip akımının çok sayıdaki izleyicilerinin, 1950'lerin ilk yarısında ulaştıkları ortak söyleyiş arasında bir benzerlik olduğu da açıkça görülüyordu. Birçok bakımdan birbirine uzak iki şiir anlayışı kuramsal zorlamaları aşıp Türkçenin şiirsel akışına kapılınca aralarındaki uzaklık iyice azalmıştı.

"Yaprak" dergisinin çıkışını izleyen dönemde, 1950'lerin başında, toplum sorunlarına değinen sanat büyük bir hızla yaygınlaştı. Bambaşka bir anlayışın yürütücüsü olan Fazıl Hüsnü Dağlarca bile. Toprak Ana'yı (1950), Aç Yazı'yı (1951), Sivaslı Karıncalı (1951) yayımlayarak toplum sorunlarına değinen şiire özgün örnekler verdi.

Garip akımıyla gelen şairler on yıl içinde bütünüyle değişmiş, başlangıçtaki görünümlerinden iyice uzaklaşmışlardı.

1940'larda, onlarla birlikte, şaşırtıcılığa, alışılmışın dışında şeyler yazmaya önem veren şairler arasında, sol eğilimli sanatçılar (Arif Dino, Orhon Murat Arıburnu) bulunduğu gibi. Doğu kültürlerine, çeşitli dinlere yaslanarak, biçimsel açıdan yepyeni bir şiiri, yarı aydınlarca bilinmeyen dünyalardan derlenmiş bilgiler, alıntılarla şaşırtıcı kılan, geçmişe dönük bir sanatçı da (Asaf Halet Çelebi) vardı. Eski şiire karşı coşkulu bir başkaldırı ortamında birleşen bu şairler, 1950'lerde artık ayrı ayrı değerlendirilmeleri gereken bağımsız kişiler haline gelmişlerdi; özellikleri, ayrılıkları iyice belirmişti.

Garip'çileri izleyenler arasında, toplum sorunlarına yönelirken, bir süre benzer şeyler yazanlar olduysa da, gittikçe birbirlerinden koparak uzaklaştılar, herkes kendi şiir dünyasını kurdu.



1940'ların baskı altında tutulan, kovuşturmalara uğrayan toplumsalcı şairleri, Garip akımıyla gelen şairlere 1950'lerde de pek yakınlık duymadılar. Çünkü daha önce de aralarındaki çekişme yalnızca toplum sorunlarına değinip değinmemekten değil, sanat anlayışlarından, şiirleştirme yöntemlerindeki ayrılıklardan, bir de toplumsalcı sanatçıların, siyasal alanda da eyleme girilmesi gerektiğine inanmalarından doğuyordu.

1940'larda gizli ya da yasal toplumsalcı partilerin üyesi olan, siyasal eylemlere katılan nice sanatçı, toplu tutuklamalarda cezaevlerine düşmüştü. Kimileri zaman zaman eylem dışı kalsalar da, fırsat buldukça yeniden parti çalışmalarına katılmışlar, kimileri de baskılar karşısında, siyasal eylemlerden de, şiirden de bütünüyle uzaklaşmışlardı. Bu arada sağlığı, usal dengesi bozulanlar, çeşitli nedenlerle inançlarından kayanlar da olmuştu.

Toplumsalcı şairler siyasal eylemciliklerinden. Garip akımına karşı Serbest nazım akımını savunmalarından ötürü, genellikle Nâzım Hikmet' in izleyicileri olarak değerlendirilirler. Oysa 1940'ların toplumsalcı şairleri, dünya görüşlerindeki ortak yanlara karşın, sanat anlayışlarıyla Nâzım Hikmet'i körü körüne izlememişler, çok değişik şeyler yazmışlardır.

Örnekse, Hasan İzzettin Dinamo başlangıçta Serbest nazmın büyük umutlarla izlenen genç bir şairiydi, ama hece ölçüsünün tadından hiçbir zaman bütünüyle vazgeçmedi, kolay uyaklardan, aşırı bir söyleyiş rahatlığından, çözük dizeler kurmaktan korkmadı. 1940'larda Garip akımından, 1950'lerin ikinci yarısında İkinci Yeni akımından hiç etkilenmeyen bu sanatçı, biçimsel oyunlara tam anlamıyla ilgisizdi. Gelişmesi de heceye doğru oldu, son döneminde gerçekçi bir içerikle "sonnet"ler yazdı.

Rıfat Ilgaz ise her döneminde Serbest nazım akımına çok uzaktı. Dünya görüşü, sanat anlayışıyla değilse de, şiirleştirme yöntemleriyle, sesiyle, tonuyla, Garip akımına daha yakındı; başka bir söyleyişle, 1940'ların şairiydi. Ölçü, uyak, benzetme, imge gibi şiir araçlarına uzak durması, hiçbir kural tanımamasıyla, Orhan Veli'den daha ilerilere gitti, şiirin sınırlarında dolaştı. Ayrıca, halkın beğenisini arayıp bulma çabasında da onu geçtiği söylenebilir. 1942'de Yarenlik, 1944'de Sınıf, 1948'de Yaşadıkça adlı kitapları basıldıktan sonra, uzun süre şiir yayımlayamadı. "Kapandı yüzümüze dergi kapakları, / Bir varmış, bir yokmuş olduk sağlığımızda." Bir şair için bundan büyük çile olamaz. Nitekim Rıfat Ilgaz da yıllarca şiir yayımlayamamanın, okurla ilişki kuramamanın yarattığı bunalımlarla şiirine güvenini yitirdi. 1953'te yayımladığı Devam ile 1954'te yayımladığı Üsküdarda Sabah Oldu adlı kitapları kendi yolunda direnmediğini, günün beğenilen şairleriyle yarıştığını gösteriyordu. "Nedir yani, biz de yaparız bu pek önemli bir şey yapılıyormuş gibi yazılanları!" der gibiydi. Bu yüzden de ortak bir şiirin içine düşmüş, başkalarına benzemişti. Giderek düzyazıya, mizah öykülerine ağırlık verdi, Hababam Sınıfı'yla yaygın bir ün kazandı.

Cahit Irgat da şiirleştirme yöntemleriyle Serbest nazım akımından etkiler taşımayan bir şairdi; biçim açısından. Garip akımına daha yakındı. 1945'te Bu Şehrin Çocukları, 1947'de Rüzgârlarım Konuşuyor yayımlandığında, özgün söyleyişiyle hemen göze batan, savaşın yıkımlarını, getirdiği acıları yansıtan güçlü bir sanatçı olarak belirdi. Ama umulan gelişmeyi gösteremedi. Beş yıllık bir aradan sonra, 1952'de yayımladığı Ortalık adlı kitabı, güzel şiirler getirse de, bir aşama sayılacak nitelikte değildi. Uzun yıllar şiir yazmayı sürdüren Cahit Irgat, okurlarından başlangıçtaki ilgiyi bir daha görmedi.

Niyazi Akıncıoğlu'na da Serbest nazım akımını sürdüren bir şair denemez. Nâzım Hikmet'in bu akımdan uzaklaşırkenki döneminden, Şeyh Bedreddin Destanından aldığı etkiyle, Divan şiiri söyleyişlerine yaslanarak çok beğenilen şiirler yazmıştı, ama gördüğü büyük ilgi bile onu sanat dünyasında tutamadı. Toplumsalcı şairlere yönelen baskılardan korunmak isterken şiirden uzaklaştı. Dergilerde pek görünmediği gibi, eski yazdıklarını da kitaplaştırmadı. Gene de şiiri erken bırakmasına büyük üzüntü duyulan bir şair olarak antolojilerde hep yer aldı.

A.Kadir 1938'de Nâzım Hikmet'le birlikte cezaevinde yatmış, bu şairin büyük oranda etkisinde kalmıştı. 1943'te yayımladığı Tebliğ adlı kitabı Serbest nazım akımını sürdürmek amacında olduğunu gösteriyordu. Bu kitap yüzünden 1947'ye kadar İstanbul dışında, sürgünde yaşadı. Döndükten sonra da dergilerde arada bir yayımladığı tek tuk şiirlerle yetinmek zorunda kaldı. Bu sessizliği ancak 1955'te çıkan Mevlânâ çevirileriyle yırttı. Büyük ilgi gören Bugünün Diliyle Mevlânâ'nın ardından, 1958'de, Azra Erhat'la birlikte yaptığı İlyada çevirisi basıldı. 1959'da, ilk kitabından tam on altı yıl sonra, çevirmen olarak adı iyice duyulmuşken, ikinci şiir kitabı Hoş Geldin Halil İbrahim'i yayımladı. Bu ikinci kitap okur önüne çıktığında, şiirimiz Serbest nazım akımından sonra, Garip akımını da geride bırakmış, 1950'lerin ilk yarısında toplum sorunlarına değinen örneklerle bir atılım yapmış, 1950'lerin ikinci yarısında İkinci Yeni akımının sürükleyiciliğine kapılmıştı. A.Kadir bu gelişmelerle ilgilenmeden, çizgisinde arınmanın, ustalaşmanın ötesinde önemli bir değişikliğe uğramadan, Serbest nazmı koruyup sürdüren şair oldu.

Fethi Giray özellikle "Rizeli Ali'nin Hikâyesi" adlı şiiriyle sevilmişti. Bu şiirdeki Serbest nazım havası öbür şiirlerinde pek yoktu. Daha çok, Garip akımının küçük insanları anlatma, şiiri önemsiz olaylara dayandırma ilkesine bağlıydı. İçten, yalın bir sesle, yaşamın sorunlarını, savaşın getirdiği acılan, insanlardaki barış özlemini işleyen şiirler yazdı.

Suat Taşer ise şiirini Serbest nazımdan, toplum sorunlarına yönelen 1950'lerin Garip'çilerine doğru geliştirdi. Giderek toplumsal konular kadar, bireysel konuları da içeren yergici bir şiire ulaştı.

Ömer Faruk Toprak 1938'de ölçülü uyaklı başlayan şiir serüvenini, 1940'larda Serbest nazım etkilerine açmış, emekçilerin konuşma özelliklerini yansıtan bir şiire varmayı amaçlamıştı. Garip akımına karşı tutumunu 1950'lere kadar sürdürdükten sonra, eski şiirin kalıplaşmış biçimlerine daha bir hoşgörüyle bakmaya başladı. Çağdaş şiirimizin gelişmelerinden de etkilenerek son döneminde toplumsal içeriği ölçülü uyaklı şiirlerle vermeyi denedi.

Enver Gökçe siyasal eylemleri yüzünden kovuşturmalara uğrayarak, cezaevlerinde, sürgünlerde geçen yılların kısıtlı yayın olanaklarıyla uzun süre gözlerden uzak kaldı. Serbest nazmın sürdürücüsü değildi. Değişik bir kültür ortamından gelmiş, 1940'ların ikinci yarısında, halk şiirinden, halk söyleyişlerinden yararlanan özgün bir şiirle, ilerici dergilerde görünmüş, ilgi çekmiş, sonra da ortadan yok olmuştu. Dost Dost İlle Kavga adlı kitabı ancak 1973'te, dizeleri tek sözcüğe indirilmiş şiirlerden oluşan Panzerler Üstümüze Kalkar adlı kitabı ise 1977'de yayımlandı. Enver Gökçe çağdaş şiirimizin gelişmelerine, akımlarına bütünüyle ilgisiz kalmış, halktan başka hiç kimsenin izleyicisi olmamıştır.

Mehmed Kemal şiir yayımlamaya 1940'ların ilk yarısında başlamıştı. Bu dönemin, Garip akımıyla belirginlik kazanan, durmadan yaygınlaşan, bu arada Garip akımına karşı olanları da etkisi altına alan ortak bir şiir anlayışı vardı. Cahit Irgat, Fethi Giray, Suat Taşer, Ömer Faruk Toprak gibi toplumsalcı şairleri, Serbest nazımdan çok, Garip akımına yakın gösteren özellikler, bu ortak şiir anlayışından kaynaklanıyordu. Mehmed Kemal de tam anlamıyla bir 1940 şairiydi. Serbest nazmın sürdürücüsü değildi. 1945'te Birinci Kilometre'yi, 1954'te Dünya Güzel Olmalı'yı yayımladıktan sonra, yirmi üç yıl, başka şiir kitabı çıkarmadı. Dergilerde de fazla görünmedi. Bu yüzden gazeteciliği, romancılığı öne aldığı izlenimi doğdu. 1977'de yayımlanıp ödül kazanan Söz Gibi şiir kitabının ikinci basımında bütün şiirlerini bir araya toplayınca, şairliğinin önemi yeniden anlaşıldı. Ayrıca, şiirimizin 1950'lerin ikinci yarısında geçirdiği İkinci Yeni deneyinden, kuşağının çoğu toplumsalcı şairleri gibi, onun da hiç etkilenmemiş olduğu görüldü.

Adı 1940'larda Garip akımına karşı çıkan şairlerle birlikte anılan Arif Damar ise yaşça onlardan küçüktü. Şiiriyle de değişik bir gelişme gösterdi. Garip'çilere, İkinci Yeni'ye uzak durarak kendi anlayışında direnen bir şair olmadı. Akımlarla ilişki kuran, arayan, değişmekten korkmayan bir şiire yöneldi. İlk olarak 1940'larda Arif Barikat adıyla görünmüştü ilerici dergilerde. Sonra baskı günleri gelip ilerici dergiler kapatılınca, toplumsalcı şairler dergilerin dışında kalınca, 1951'de beraatla sonuçlanan bir kovuşturmada tutuklanan Arif Barikat sanat dünyasından çekildi. 1956'da Günden Güne adlı bir kitabın üstünde Arif Damar adı görüldü. Kitapta gençlikle Garip akımının 1950'lerde toplum sorunlarına yöneldiği günlerdeki anlayışını paylaşan şiirler vardı. 1958'de çıkan İstanbul Bulutu ise, Cemal Süreya gibi o günlerin parlak bir şairiyle birlikte ödül aldı. Sonra 1959'da Kedi Aklı, 1962'de Saat Sekizi Geç Vurdu adlı kitapları çıkınca Arif Damar'ın, şiir anlayışı bakımından, olumsuz aşırılıklarını benimsemese de İkinci Yeni'ye çok yaklaştığı izlendi. Düşüncelerini, dünya görüşünü değiştirmiş değildi. Özellikle 1960 sonrasında yazdığı şiirler gözden geçirilince, temelde hiçbir değişme olmadığı kolayca anlaşılır. Biçimde, şiirleştirme yöntemlerinde yaptığı değişikliklerin ise, arkada kalmama, gelişmelere ayak uydurma çabasından doğduğu açıktır. Bu kaygısı Arif Damar'ı 1940'ların toplumsalcı şairlerinden iyice uzağa düşürmüş, bağımsız bir havaya girmesine yol açmıştır.



Garip akımının öne çıktığı günlerde, bu akıma karşı olmayan, hatta bu akımdan yakın ya da uzak etkiler alan şairler arasında şiirimizin çok büyük adları vardır. Onlar da çerçevenin içine alınınca, 1940'lardaki şiir atılımı, Garip'in kısa süren şaşırtıcı dönemini çok aşan, görkemli bir görünüm kazanır.

Bedri Rahmi Eyuboğlu 1941'de Yaradana Mektupları yayımladığı zaman, sanat anlayışı bakımından Garip'çilere yakın görünse de, son derece önemli bir noktada onlardan ayrılıyor, halkın beğenisine halk şiirine yaslanarak ulaşmak istiyordu. 1948'de Karadul, 1952'de Tuz basıldı. Bu kitaplarda, halkın beğenisini aramanın yanı sıra, halk adına konuşma kaygısı da güdülüyordu. Bedri Rahmi Eyuboğlu halk kaynağından yararlanarak çok güzel şiirler yazdı. İşinin ustası olduğunda, çoğaltıcılığa yöneldiğinde de, bu şiirlerin pırıltısı azalmadı.

Behçet Necatigil kent yaşamının belli bir kesimindeki insanları, günlük olaylar içinde, geçim sıkıntıları, düşleri, acıları, özlemleriyle, hem dış, hem de iç dünyalarıyla saptayan, maddenin ötesini de gören bir kamera gibiydi. Bitmez tükenmez bir insan sevgisi, şiddete, sahteliğe, çıkarcılığa, sömürüye karşı dinmez bir öfke, toplumsal yozlaşmalardan kaynaklanan bir hüzün, şiirlerine benzersiz bir derinlik verdi. Kendine özgü tutuk söyleyişiyle, geleneksel şiirimizin, geleneksel anlatı sanatlarımızın çok iyi sindirilmiş etkileriyle, biçime büyük özen göstererek, şiirselliği aslında içerikten, duygulardan, düşüncelerden gelen, çarpıcı ürünler ortaya koydu. Kareler'e kadar uzanan biçim araştırıcılığı, deneyciliği bile, bir içerik şairi olma özelliğini gölgelemedi. Şiirleri güzel insanları yüceltirken, durmadan çirkinleşen toplumsal ilişkileri gözler önüne seren, kötülüklerin ipliğini pazara çıkaran, ama kimseye acı vermek istemediği için, kendi kendinin üstüne kapanan patlamalar gibiydi.

Cahit Külebi çağdaş şiirimize köyü, köylüleri, köylü duyarlığını getiren, halk şiirinden ustalıkla yararlanan, ama bunu yaparken izleyici durumuna düşmeyen, yeni şiirin özelliklerinden uzaklaşmayan bir şair olarak kısa sürede benimsenip sevildi. Köye dışardan bakmıyor, köyden geliyordu. Yeni şiirin eskiye karşı çıkarken giriştiği biçimsel aşırılıklardan bütünüyle uzak, yapıcı, bireşim arayan bir şiirin işçisiydi. Belleklere kazınan, unutulmaz şiirler yazdı. Bir kuşak sonrasının, Mehmet Başaran, Talip Apaydın gibi, köy enstitülerinden yetişen şairleri ile 1970 sonrasının folklordan yararlanan şairleri için güven veren bir örnek, bir güç kaynağı oldu.

Ceyhun Atuf Kansu, yerli yabancı, kentli köylü, çile çeken bütün insanlara yakınlık duyan, özveriyle yaklaşan, Atatürk'çü bir aydındı. Şiirini özellikle Anadolu halkının sorunlarına adadı. Hececilerin Halk şiirinden yararlanarak yaptıkları deneylerden yola çıkan şairliği, 1940 şiirinin yaygın etkileriyle, serbest söyleyişlere, toplumsalcı eğilimlere, gerçekçi saptamalara ulaştı. Adının çevresinde oluşan saygınlık, şairliği kadar, özverili kişiliğinin, her türlü yapaylıktan uzak duyarlığının da ürünüydü.

Çağdaş şiirimizin ele avuca sığmaz şairi İlhan Berk ise, yenilik adına bilinçsiz savruluşların en belirgin, ama her döneminde başarılı olabilmiş ilginç bir örneğidir. İlk emekleme yıllarını aşınca, İstanbul (1947) adlı kitabıyla, şiire bir Walt Whitman görkemiyle girdi. Dünya şiirinden aldığı etkilerle, kısa sürede, 1940 toplumsalcılarından çok ilerilere gitti, daha gelişmiş bir toplumsalcı şiire ulaştı. Günaydın Yeryüzü (1952), Türkiye Şarkısı (1953), Köroğlu (1955) birbiri ardına çıkarken, İlhan Berk'in Neruda'yı çağrıştıran bir yaklaşımla, büyük bir şiir bireşimine doğru ilerlediği izleniyordu. Ne var ki, 1955'e gelinirken dergilerde İkinci Yeni şiirlerin ilk örnekleri çıkmaya başlamıştı. 1956'da Oktay Rifat'ın Perçemli Sokak'ı yayımlandı. Büyük bir şiir ustasından gelen bu katkı, genç şairlerdeki yenileşme ateşinin büsbütün parlamasına yol açtı. 1957'de Edip Cansever'in Yerçekimli Karanfil, 1958'de Cemal Süreya'nın Üvercinka adlı kitapları çıkarken, İlhan Berk'in de Galile Denizi yayımlandı. Bunlar İkinci Yeni'nin etki alanını genişletecek olan kitaplardı. Toplumsalcı şiir yolunda daha üç dört yıl önce büyük bir atılım yapmış olan İlhan Berk, bu tam ters yöndeki akımın nerdeyse öncülüğünü üstlenmiş gibiydi. Dergilerde atak, aşırı çıkışlarla dolu yazılar yayımlıyor, bütün gözleri üzerine çekiyordu. Akımın yozlaşmasına, "Anlamsız Şiir" adını almasına neden olanların başında geldiği söylenebilir. Birkaç yıl içinde, Çivi Yazısı (1960), Otağ (1961), Mısırkalyoniğne (1962) ile en uçlara gidip dayandı. Şiirde görsel tatlara büyük ağırlık verdi. Bu tür aşırılıklar herkesin (akımı başlatanların da) İkinci Yeni'ye karşı dönmesiyle sonuçlanınca, şairler kendi yollarını aramaya giriştiler. Kişilikler belirginleşirken İlhan Berk de alabildiğine somut bir tanımlama şiirinin çarpıcı, şaşalatıcı örneklerini verdi. Çıkmaz sokaklarda dolaşırken bile güzellikler derleyebilen bu şair hiçbir zaman durulmayacak bir yenileşme coşkusuyla elini sürdüğü her şeyi şiire dönüştürmeyi başardı.

Salâh Birsel son yıllarda düzyazıya ağırlık vermesiyle yaygın bir üne erdi. Şair olarak ünü belki sanat çevrelerinin dışına taşmamıştı, ama bu alanda, Yunus'u, Karacaoğlan'ı çağrıştıran bir ustalık düzeyine yükselmişti. Halk şiiri kalıplarına, ya da söyleyişlerine bir yakınlığı olduğundan değil, bambaşka bir özelliğinden doğuyordu bu çağrışım. Şiiri bir yoğunlaştırma, hatta bir damıtma olarak anlıyor, sözünü arındırırken şaşırtıcı bir yalınlığa ulaşıyordu. Yunus'un, Karacaoğlan'ın özelliği olan bu yalınlık, gene ancak halk şiirimizde görülen hoşgörülü bir ince alayla sarmalanıyordu. Salâh Birsel az şiir yazdı, Garip akımını da, İkinci Yeni'yi de, kendi şiir anlayışı içinde, kendine göre yorumlayarak uzaktan izledi.

Sabahattin Kudret Aksal, Garip akımının getirdiği, alçak sesli, arı söyleyişlere yakınlık duydu. Biçime, dile büyük özen gösterdi. Günlük yaşamdan aldığı izlenimleri serbest dizelerle yansıtırken bile yapıya önem verdi. Giderek hece ölçüsüne döndü. 1940'larda günün eğilimine uygun küçük adam şiirleri yazarken, sonraki yıllarda, düşünceyi yoğunlaştıran söyleyişlere doğru gelişti. İkinci Yeni akımından kendi biçim anlayışı çerçevesinde kalarak etkilendi. İçerik bakımından değişik dönemler yaşadıysa da, şiirinin dış yapısında büyük değişikliklere yer vermedi.

Necati Cumalı kasaba yaşamının şiirini yakalayışı, yapmacıksız dili, tüyden hafif söyleyişiyle okuru hemen kavrayan, içtenliğine inandıran bir şair olarak, 1940'larda kolayca benimsendi. Avukatlığı, çevresiyle çok yakın ilişkilere girmesini, kasaba insanlarını, köylüleri iç dünyalarıyla tanıyarak bir yaşantı birikimi edinmesini sağladı. Garip şiirinin çocuksu söyleyişlerinden halk söyleyişlerine geçerek toplumsal konulara yöneldi. Şiirlerine öykülemeyi sokmaktan kaçınmadı. Giderek öykü, roman, oyun türlerinde de yapıtlar verdi. Bu alanlarda yaygın bir ün kazandıysa da, ustalığını belirleyen rahat söyleyişlerle şiirini de sürdürdü.



Garip akımı daha çıkışında bildirgesinden uzağa düşmüş bir akımdı. Başta Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet olmak üzere, adını bu akımla duyuran şairlerden pek çoğu, birkaç yıl içinde, başka anlayışlara kaydılar, toplumsalcı düşüncelere yakınlık duydular, şiir geleneğimizden yararlanma denemelerine giriştiler. Ama bazı şairler öncülerinin bile uzaklaştığı bu anlayışta sonuna kadar direndiler, bu anlayışı sürdürüp geliştirdiler.

Orhan Veli'nin gençlik arkadaşı olan Halim Şefik yıllarca gözlerden uzak tuttuğu, pek ortaya çıkarmadığı şiirini bir kuyumcu gibi işledi. Garip akımının edasına, temiz, çocuksu havasına hep bağlı kaldı.

Faruk Nafiz, Necip Fazıl gibi şairlerin etki alanında şiire başlayan Nahit Ulvi Akgün de, 1940'larda, Garip akımını izleyerek yenileşirken ulaştığı söyleyişi, biçim anlayışını korudu. Toplumsal çevre içinde bireyin türlü hallerini, üstüne düşülmemiş izlenimi veren, kendiliğinden bir biçimsel titizlikle yansıttı.

Garip akımının genç yaşta, daha işin başındayken ölen iki şairi. Rüştü Onur (ö. 1942) ile Muzaffer Tayyip Uslu (ö. 1946) ise Garip'çilerin şiir alanındaki gelişmelerini görme olanağı bulamadılar. Garip akımı içinde başlayıp sona eren kısacık şairlik serüvenlerinde yazdıkları şiirler. Salâh Birsel'in, Necati Cumalı’nın çabalarıyla günümüze ulaştı.



Garip'çilerin "Yaprak" dönemi Orhan Veli'nin ölümüyle sona ermişti. 1951'de Bütün Şiirleri'nin ilk basımı yapıldı. 1952'de Oktay Rifat'ın Aşağı Yukarı'sı, Melih Cevdet Anday'ın Telgrafhanemi yayımlandı. "Yaprak" döneminin toplum sorunlarına değinen şiirlerini içeren bu kitapları 1954'de Oktay Rifat'ın Karga ile Tilki'si, 1956'da Melih Cevdet Anday'ın Yanyana’sı izledi. Bu sonuncu kitap Türk Ceza Yasası’nın 142. maddesine aykırı görülerek toplanıp kovuşturmaya uğradıysa da, dava beraatla sonuçlandı.

1938'de 28 yıla mahkûm edilen Nâzım Hikmet. 12 yıl sonra. Temmuz 1950'de, bir af yasasından yararlanarak cezaevinden çıkmış, ama dışarda da açıkça izlendiğini, şiirlerini bastırmasına ise hiç olanak bulunmadığını görmüştü. Ertesi yıl Haziran 1951'de Moskova'ya kaçması üzerine kitaplarının yayımlanma olasılığı büsbütün ortadan kalktı. Böylece cezaevinde yazdığı Dört Hapisaneden adlı kitabını oluşturan şiirler, Kuvayı Milliye Destanı, Saat 21-22 Şiirleri, Rubailer, Memleketimden İnsan Manzaraları, 1950'lerde de Türk okurlarına ulaşamadı, şiirimizin gelişmesini etkileyemedi.

1955'e doğru dergilerde genç şairlerin başlattıkları İkinci Yeni şiir akımı, yalnız toplumsal sorunlara değil, anlama da sırt çeviren, "Şiire anlam gerekmez", "Şiirde anlam rastlansaldır" gibi sözlerle yürütülen, yöneticileri tedirgin etmeyecek bir akımdı.

İşin ilginç yanı bu akımın başladığı ama daha yaygınlık kazanmadığı günlerde, Oktay Rifat'ın da benzer bir anlayışla şiirler yazmış, bir kitap hazırlamış olmasıydı. Perçemli Sokak 1956'da kısa bir bildirgeyle yayımlandı. Bu bildirgede şöyle deniyordu:



"(...) Bir sözün gözümüzün önüne gelen görüntüsü, olabilecek bir şeyse o söze anlamlı, olmayacak bir şeyse anlamsız deriz. Ahmet düştü sözünün bir anlamı vardır, çünkü Ahmet düşebilir. Lambanın saçları ıslak sözünün bir anlamı yoktur, çünkü lambanın saçı olmaz. Bir kelime sanatı, bu yüzden bir görüntü sanatı olan şiirin sadece olabilecek görüntülere bağlanması istenemeyeceğinden anlamla da bağlı kalması istenemez. (...) Kelimeleri kullanmak, göz önüne birtakım görüntüler getirmek, gerçekle oynamak, gerçeği kurcalamakla birdir. Kelime bu bakımdan bizi resmin çizgisinden, renginden, musikinin sesinden daha çok gerçeğe yaklaştırır. Ama biz gerçeğe olan ilgimizi de yitirmişizdir. Çünkü gerçeğe alışmışızdır. Gerçeğin gündelik düzenini değiştirmek, yahut başka bir açıdan bakabilmek elimizde olsaydı, daha çok ilgi duyardık ona. İşte gerçeğin düzeninde yapamayacağımız bu değişikliği, kelimelerin konuşma dilindeki gündelik düzeninde yapmak bize bu açıyı sağlayacak, birbirine yabancı sanılan kelimelerin karşılıklı ışığında gerçek unuttuğumuz yüzüyle çıkacaktır karşımıza."

Perçemli Sokak, İkinci Yeni akımı bütün yönelişleriyle yaşanıp geçtikten sonra, bugünün okuruna yadırgatıcı gelmeyebilir. Ama 1956 yılında bu şiirler pek çok okuru öfkelendirecek kadar aşırı bir deneyin örnekleriydi.

1957 sonunda Edip Cansever'in Yerçekimli Karanfil. 1958"de' Cemal Süreya'nın Üvercinka, İlhan Berk'in Galile Denizi adlı kitaplarıyla İkinci Yeni akımı dergilerdeki başlangıç çalışmalarını derleyip toparlarken, Oktay Rifat Âşık Merdiveni'yle yeni bir aranışa girmişti. Perçemli Sokak'da anlamı, alışılmış gerçeği önemsemeyen görüntüleme düzeni, söyleyiş özellikleri, bu kitapta anlamı yoğunlaştırma, etkisini artırma amacıyla kullanılıyordu.

Oktay Rifat Elleri Var Özgürlüğün adlı kitabını ise sekiz yıl sonra, 1966'da yayımladı. Yunan mitolojisine yaslanarak yazdığı uzun dizelerle kurulmuş, güçlü, yoğun şiirlerin ardından, çok yönlü şiir yaşantısının bireşimi denebilecek örnekler geliyordu. Bu "n'eylerse güzel eyleyen" şairin sonraki kitapları ise değişik yapılarda kusursuz ürünlerle dolu, büyük bir ustalığı sergileyen yapıtlar olarak birbirini izledi. Özellikle son döner' şiirlerinde yurdumuzun insanlarını, kırsal kesim halkımızı anlatmadaki büyük başarısı, ayrıntılara inen gözlem gücü de ayrıca hayranlık uyandırdı.

Melih Cevdet Anday "Yaprak" döneminin uzantısı olan Yanyana' dan sonra altı yıl şiir kitabı yayımlamadı,dergilere de şiir vermedi. İkinci Yeni akımının en coşkulu günlerini uzaktan izledi. 1962 yılının Aralık ayında ise Kolları Bağlı Odysseus yayımlandı. Rahatı Kaçan Ağaç, Telgrafhane, Yanyana açık. anlamını kolay ileten, tadına kolay varılan kitaplardı. Şiir okuru olmayanların da bir şeyler alabileceği, gündelik mantığın ötesine düşmeyen kitaplar. Oysa Kolları Bağlı Odysseus bambaşka bir anlayışla yazılmıştı. Kapalı, anlamını kolay iletmeyen bir şiirdi. Gündelik olaylara sıkı sıkıya bağlı, alaycı, yergici, kavgacı bir şiirin yürütücüsü olarak tanınan Melih Cevdet Anday şiir anlayışını temelinden değiştirmişti.

1955'e doğru ortaya çıkan İkinci Yeni'nin bir baskı döneminin ürünü olduğu söylenmiştir. 1960 sonrasında ise böyle bir şey söz konusu değildi. Melih Cevdet Anday'ın özgür bir ortama geçilmişken kapalı şiire yönelmesini yadırgayanlar oldu. Oysa şair bu konuya çok değişik bir açıdan yaklaşıyordu:



"27 Mayıs olaylarından hemen sonra, halkımızın canlı ve bilinçli davranışına hayran olan birtakım sanatçılarımız arasında, o güne değin uygulayageldikleri ve halkça anlaşılmadığı için dar bir çevrece bilinen, kapanık sanat kurallarını bir yana bırakıp halk için sanat yapmanın doğru olduğunu söyleyenler çıkmıştı. Oysa bu düşünce yanlıştı, çünkü gecikmiş bir davranışı gösteriyordu: Başka türlü söylemek gerekirse, onların halk için sanat dedikleri ve gerçekte kendilerinden fedakârlık yaparak tutmayı düşündükleri yol. olsa olsa, uyanmamış saydıkları halkı uyandırmak için. 27 Mayıs'tan önce gerekliydi."



1960 öncesindeki "Yaprak" dönemini de şöyle açıklıyordu Melih Cevdet Anday:



"İyi niyetli yurttaşlar, sanki her şeyi edebiyattan bekliyor gibiydiler. Kendilerine böyle bir görev düştüğünü kavrayan bizim ozanlarımız da, şiirlerini bu gerçeğin buyruğuna veriyor ve o koşullar içinde, ellerinden geldiği ölçüde, suskun toplumu dile getirmeye çalışıyorlardı.

"Bundan birkaç ay önce, Ankara'da bir yürüyüş düzenleyen yapı işçilerinin. Büyük Millet Meclisi'ne girerek orada milletvekillerine:

"— Bizim yaptığımız apartmanlarda oturuyorsunuz, ama biz aç açına sürünüyoruz.

"dediklerini gazetelerde okuyunca (...) sadece toplumumuzdaki gelişmeye, çalışanların uyanışına, bilinçlenmesine sevinmekle kalmadım; şiir sanatı ile toplumsal olayların ilişkisi üzerine de kafamda birtakım düşünceler belirdi.

" 'Apartıman' adlı şiirimde,'memleketin yükselmesi' ile 'apartımanların yükselmesi' arasında karşıt ve gülünçlü bir benzetiş yaparak uyandırmak istediğim etki. Büyük Millet Meclisi'nde yapı işçilerinin ağzından söylenen açık ve kesin sözlerin uyandırdığı etki yanında ister istemez güçsüz kalıyordu."

1960 sonrasında, özgür bir ortamda insanlar sorunlarını ortaya koyabiliyor, kendilerini eylemleriyle savunabiliyorlardı. Yazarlar, iktisatçılar, maliyeciler, bilim adamları düşüncelerini yazıyor, sorunlara çözüm arıyorlardı. Artık toplum Melih Cevdet Anday'ın deyimiyle, "kendi sözcüsünü çoklukla ve özellikle ozanda aramak durumunda değildi."

Böylece şairler özledikleri gibi davranma olanağına kavuşuyor, güncel olaylara bağlı, herkesin anlayacağı şeyler yazmak zorunluluğundan kurtulmuş oluyorlardı.

Melih Cevdet Anday Kolları Bağlı Odysseus'dan sonraki şiirlerinde bu anlayışını hep sürdürdü. Şiiri düşüncelerini yaymak için değil de yoğunlaştırmak, derinleştirmek, sınamak için kullandı, sırasında felsefeye de öncülük eden güçlü şiire yöneldi.

Garip akımının getirdiği şiir herkesin ulaşabileceği bir yerdeydi. Toplumsalcı "Yaprak" şiiri de öyle. Oysa 1956'da Oktay Rifat'ın Perçemli Sokak deneyi alışkanlıklara ters düşen, gündelik konuşmaların mantık düzenine uymayan, bu yüzden de sayıları sınırlı aydın şiir okurlarından öteye gidemeyecek bir deneydi. Melih Cevdet Anday da Kolları Bağlı Odysseus'dan sonra bu yola girdi. Şiirle ilgilenmeyen, şiiri gerçekten sevmeyen, gene de bir yerde bir şiirle karşılaşınca, ondan etkilenmek, ilkel de olsa şiirsel bir tat almak isteyen yarı aydınlardan iyice uzaklaştı.

Oktay Rifat bir süre sonra kapalı şiiri bıraktı. 1973'te şöyle diyordu:



"Şiir hem şiir olmalı, hem de okunmalı, okunabilmeli. Yeni araştırmalar yapmayalım demek istemiyorum. Şiir asıl bu gözüpek araştırmalarla gelişir. Ne var ki sonunda tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer yine kürkçü dükkânı, diyeceğim, halkın beğenisi olmalı."



Melih Cevdet Anday ise Kolları Bağlı Odysseus'la girdiği yoldan geri dönmedi. Yalın anlatı şiirlerine bile hep düşünsel bir ağırlık yükledi, yüzeydeki öykünün arkasına derin anlamlar gizledi.



1940'larda Garip akımı öne çıkarken, baskıcı yönetimce gelişmeleri önlenen toplumsalcı şairler bu şiire karşı direnmeye çalışırlarken. Fazıl Hüsnü Dağlarca, tek başına, bambaşka bir şiirin yetkin örneklerini vermekteydi. Kaynağı belli olmayan bir şiirdi bu. Nâzım Hikmet "e hiç benzemiyordu. Necip Fazıl'dan geldikleri söylenebilecek Cahit Sıtkı Tarancı’nın, Ahmet Muhip Dıranas'ın Ziya Osman Saba'nın yazdıklarına da benzemiyordu. Gerçi çağdaş bir şiirdi, genel çizgileriyle 1940'lann ortak şiir anlayışı içindeydi, ama günün eğilimlerine bütünüyle uzaktı. Ne Gârip'çilerle, ne de toplumsalcılarla ortak bir yanı yoktu. Batı etkileri de taşımıyordu. Çıkışında ele aldığı konulara, gizemci havasına bakarak örneğinin Necip Fazıl olduğu ileri sürülebilirse de birçok bakımdan bu şaire de benzemiyordu.

1940 yılında yayımlanan Çocuk ve Allah'ın bir başyapıt olduğu görüşü yaygındır. Yani daha Garip ortaya çıkıp yankılanmadan Fazıl Hüsnü Dağlarca şiirini en güzel örnekleriyle ortaya koymuş durumdaydı. İnsan-Doğa-Tanrı üçgeninde, bilinen bir felsefeye yaslanmayan düşünsel bir yoğunluk oluşturularak içerikte varılan bu şiirin göze batan özellikleri, belirsizlik, gizemlilik, özgün imgeler, çağrışıma açık söyleyişler, düzyazı mantığından kaçıştı. Ağırlığını duyuran, ama yönü belli olmayan bir sezgi şiiri... Fazıl Hüsnü Dağlarca, Garip'in bir akım niteliği kazanmasından, bütün ilgileri üstüne çekip genç yetenekleri çevresine toplamasından etkilenmedi. Şiirin sokağa indirildiği günleri kendi anlayışı içinde geçirdi. Ama 1950'lere doğru, "Yaprak" şiirine yönelinirken bu gizemli şiirin de toplumsal konulara açıldığı görüldü. Toprak Ana (1950), Aç Yazı (1951), Sivaslı Karınca (1951) Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın içe dönük sezgi şiirinin sınırlarını aştığını belirleyen çok başarılı örneklerdi. Bunu izleyen yıllarda ise, her türlü sanatsal etkiye kapalı bu özgün şair, Türkiye'de, dünyada, hatta uzayda, bütün olayları izleyip şiirleştirmeye koyuldu. Kitaplarının sayısı elliyi aştı. Ayrıca destanlarla tarihe yöneldi. 1960'da İstanbul'un Aksaray semtinde Kitap Kitabevi'ni kurduktan kısa bir süre sonra da çok önemli bir deneye girişti: Söz sanatlarını en aza indiren açık, aydınlık şiirler yazıp bunları boylu boyunca kitabevinin camına asıyor, sokaktan geçen insanın karşısına koyuyordu. İnsan boyunda kâğıtlara iri, güzel harflerle yazdırılan bu şiirleri geçerken üç dört metre Uzakta durup okuyabiliyordunuz. Sokaktan geçen insan için yazıp da şiiri yitirmemenin çok güç olduğu bir dönemde, çağdaş şiirimizi Orhan Veli çizgisinden Fazıl Hüsnü Dağlarca çizgisine çekmiş olan İkinci Yeni coşkunluğu daha bütünüyle durulmamışken gerçekleştirilen bu deney son derece önemliydi. İkinci Yeni'yle başlayıp sonradan toplumsalcı şiire yönelen gençler, bir kapalı şiir ustasının bu gözüpek deneyinden çok şey öğrendiler.

Celâl Sılay önceleri eski biçimlere bağlı kaldıysa da, içe dönüklüğü, gizemliliği, kapalılığıyla Fazıl Hüsnü Dağlarca'ya benzeyen bir şairdi. Necip Fazıl'a daha yakın bir yerden başlamıştı, giderek 1940 şiirinin genel havasına girdi, ama Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi her şeyi kapsayan bir gelişmesi olmadı, başlarkenki çizgisinden pek uzaklaşmadı.



1940'larda şiir yayımlamaya başlayan yaşça küçük şairler akımların ya da gözleri üstünde toplayan güçlü sanatçıların baskısından görece az etkilendiler. Çünkü bu arada, başlangıçta sımsıkı sarılınmış olan ilkelerden uzaklaşılmakta, özeleştiriler getirilmekte, yeni yollar aranmaktaydı.

Özdemir Asaf 1950'Ierde kişiliğini bulduğu, şiirinin özelliklerini belirginleştirdiği zaman, bütün akımların dışında bir şairdi. Düşünceleri, duyguları yoğunlaştırıp kısacık şiirler yazısıyla Uzak Doğu ülkelerinin bilge şairlerine benziyordu. Bu özelliğiyle Garip akımının ilk günlerine de bağlanabilirdi, ama o akım içinde fazla bir yer tutmayan bu anlayış, Özdemir Asaf'da düşünceye iyice ağırlık verilerek benimsenmiş, özenle işlenmiş, geliştirilmişti. Şiir düşüncelerin, duyguların yoğunlaştırılmasında aranıyordu. Uzun şiirlerde bile parçaların bu anlayışla ele alındığı açıktı.

Nevzat Üstün Garip'çilerin şiir anlayışına ayak uydurmuş. "Yaprak" döneminde de benzer bir gelişme göstermişti. Toplum sorunlarıyla hep ilgilenen, sanatını siyasal düşüncelerini savunmak, yaymak için kullanan toplumsalcı bir şairdi. Ama Serbest nazım akımından değil de, daha yeni bir şiir olduğuna inandığı Garip akımından yola çıktı. Seçtiği tarzın etkisiyle önceleri pek belirginleşemeyen toplumsalcı eğilimleri, giderek şiirinin temel ereği oldu.

Attilâ İlhan 1946'da C.H.P. Şiir Yarışması'nda Cahit Sıtkı Tarancı ile Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın arasında ikinci olduğu zaman adı duyulmamış bir gençti. Kısa sürede tanındı. İyi bir hazırlığa dayandığı, kendine güvendiği görülüyordu. Nâzım Hikmet'i yayımlanmış eski kitaplarının ötesinde, cezaevinden dışarı sızan, sol çevrelerde elden ele dolaşan yeni şiirleriyle de tanıdığı anlaşılmaktaydı. Bu şairi usta kabul etmişti. Şiirimizin gelişmesini durduran bir yozlaşma olarak gördüğü Garip şiirine kesinlikle karşıydı, pek başarılı bulmasa da dönemin toplumsalcı şairlerini destekliyordu. Şiiri Nâzım Hikmet'in getirdiği yerden alıp daha ileri, daha çağdaş boyutlara ulaştırmak istediğini, önemli konulara el atacağını düşündüren bir havası vardı. Yaptığı sert çıkışları karşılamak isteyenler, yazdığı şiirlerin özgün olmadığını, günü geçmiş Serbest nazım akımını körü körüne izlemekten öte bir özelliği olmadığını ileri sürdüler. 1950'lerde Attilâ İlhan şiirinin büyük bir değişikliğe uğradığı, iyice özgünleştiği, toplumsalcı kaygılarla bireyci kaygıları iç içe işlediği görüldü. Yepyeni imgeleri, sürekli yinelenen sesleri, eski yeni hiçbir anlayışa uymayan dizeleriyle yadırganması gereken bu şiirler, tam tersine, yarattıkları aşırı duygusal havayla aydın çevrelerde kolayca benimsendi. Bireyci Attilâ İlhan şiiri de, aslında, çok kere, ipuçları verilmediği için "kapalı" kalan toplumsalcı bir şiirdi. Bu durum, ancak sonraki basımlarda kitaplarına "Meraklısı için notlar" eklemeye başlayınca, her şiirin nerede, ne zaman, niçin yazıldığını açıklayınca ortaya çıktı.

Attilâ İlhan sonraki dönemlerinde Divan şiirine aşırı bir yakınlık gösterdi. Nâzım Hikmet'in bir bireşim aranışı içinde girdiği bu yolda ondan çok daha ilerilere gitti. Böylece çağdaş şiirimiz içinde dilde eskiye dönüşü savunan tek toplumsalcı şair oldu.

Can Yücel 1940'larda şiire başlamış, 1950'de ilk kitabı Yazma’yı yayımlamıştı. Ama bugünkü ününe ermesi, 1960'ların ikinci yarısında siyasal şiirlere ağırlık vermesinden sonra gerçekleşti. Konuşma dilini büyük bir kıvraklıkla, halkın çok düşkün olduğu sözcük oyunlarına yer vererek kullandı. Ayrıca, Osmanlı'dan kalma dil parçacıklarının Cumhuriyet çocuklarınca ince alay öğesi olarak değerlendirilişini de şiirlerine ustaca yansıttı. Yaşamın güzelliklerini, kucaklayıp bağrına basarcasına saptayışı, çirkinliklere hoşgörülü, babacan bir halk adamının sövgülü diliyle yüklenişi, onu çağdaş şiirimizde, sözünü sakınmaz, ama iyiliğinden, sevgi dolu yüreğinden de hiçbir zaman kuşkuya düşülmez bir "ozan" haline getirdi.

Köy enstitüsü çıkışlı Mehmet Başaran, Talip Apaydın gibi şairler, 1950'lerde, köy sorunlarını içinde yaşayarak saptayıp yansıtan kişiler olarak, kentli aydınlardan özel övgüler aldılar. Köylerden gelme çocuklar Halk şiirine değil de, çağdaş şiire yöneliyor, gözlemlerini, duygularını daha etkili, gelişmesi durmamış bir şiirin olanaklarıyla işliyorlardı. Sonraki yıllarda bu ayrım ortadan kalktı, köy çocukları çağdaş Türk şiiri içinde göze batmaz, ayrı tutulmaz oldular.

Sabri Altınel ilgileri üstüne çekmek istemeyen bir şiirin işçisiydi. Yazdıklarını büyük bir titizlikle işledi, kolay kolay ortaya çıkarmadı. Toplum sorunlarına ilgisi şiirlerinde her zaman bir düşünsel yön olarak belirdi. Bilinen doğruların yazılmasına değil, yaşamın bir şiir deneyinden geçirilmesine önem verdi. Acıların içinden gelen sevinçleri, gecenin içinden gelen aydınlığı duyurmaya çalıştı. Az yazdı. 1950'lerin sonuna doğru uzun dizeli şiirlerinde çok değişik bir işçiliği aynı titizlikle uyguladı.

Metin Eloğlu Gariple gelen çarpıcı, şaşalatıcı şiire bambaşka bir hava vermeyi başardı. Kentin alt tabaka yaşamına bir orta tabaka aydını olarak bakmıyor, başkalarının dilini kullanmıyordu, içinde yaşadığı dünyanın, yoksul kent yaşamının şiirini, bütün ayrıntılarıyla bildiği, konuştuğu bir dille yazdı. Rıfat Ilgaz'da yoksul öğretmenin, kahve insanlarının diliyle halka yönelen şiir. Metin Eloğlu'nda mahalle aralarında koşuşturan yoksul çocuklarının, okul kaçaklarının, hiçbir işte dikiş tutturamayan delikanlıların diline düştü. Bu "cebinde bıçaklar saklı" şair, baskıya, sömürüye karşı çıkarken de başkaları için özveride bulunmuyor, kendi sınıfını savunuyordu. Metin Eloğlu, 1960 sonrasında. İkinci Yeni sarsıntısı atlatılmak üzereyken, şiirini değiştirmek, yenilemek gereğini duydu. Sözcük seçimine büyük özen göstererek yaşamdan kitaplara doğru kaydı. Yeni bir şiir dili kurma yolunda aşırı deneylere girişti. Kapalılığa, soyuta çok yaklaştı. Bu deneyleri aştıktan sonra da, başlangıçtaki, yoksulluğa kafa tutarcasına yaşama sevinci dolu, olaylara bağlı şiirine dönmedi.

Ahmed Arif 1940'ların sonu ile 1950'lerin başında on yılı pek az aşan bir süre şiirlerini çeşitli dergilerde yayımlamış, sonra siyasal baskılar, kovuşturmalar yüzünden sanat alanından çekilmiş, göze batmayan işlere sapmak zorunda kalmıştı. Doğu Anadolu halkının türküleri, ağıtları, masallarıyla beslenen şiiri kaynaklandığı kültürün özgünlüğüyle dönemin öbür toplumsalcı şairlerinden çok başkaydı. Yalnızca aynı kültürden yararlanmış olan Enver Gökçe ile benzerlikleri vardı. Ahmed Arif'in dergi sayfalarında kalan şiirleri, 1960 sonrasında yeniden ortaya çıkarılınca büyük bir heyecanla karşılandı, 1968'de yayımlanan Hasretinden Prangalar Eskittim birbiri ardına sürekli yeni baskılar yapan bir kitap oldu. Halkın sözlü gelenekte yaşayan şiir birikimini ilerici bir anlayışla değerlendiren bu coşkulu, öfkeli, çarpıcı şiirler, derin bir insan sevgisiyle yoğrulmuş olduklarından okurlarda köklü etkiler yaratıyordu. Ahmed Arif gördüğü büyük ilgiye karşın şiire dönmedi, ama yazdıkları, çağdaş Türk şiirinin en büyük ustalarından biri olarak anılmasına yetti.

Şükran Kurdakul çeşitli dönemlerde çeşitli anlayışlara yöneldi. Toplumsalcı açısını hiç yitirmeden değişik ürünler verdi. Duyarlı, ezik, içe dönük şiirler yazdığı gibi, alanlarda yüksek sesle okunacak kavga şiirleri de yazdı.

Hasan Hüseyin gürül gürül akan bir kaynak gibi, coşkun, soluklu, ayrıca sözünü sakınmaz bir şairdi. Şiirlerini yayımlamaya başladığı günlerde Garip akımı gelip geçmiş, "Yaprak" dönemi yaşanmış. İkinci Yeni'ye varılmıştı. Attilâ İlhan etkilerden arınıp kendi şiirini kurma çabası içindeydi. Hasan Hüseyin bu gelişmelere bütünüyle uzak kaldı, Attilâ İlhan'ın ilk yazdıklarına benzer bir şiirle Serbest nazım akımına bağlandı. Bu akımın kabadayı ağzı kullanarak, söverek konuşmak gibi, bazı başlangıç özelliklerini abartarak sürdürdü; Nâzım Hikmet'in bir gençlik yanılgısı diye uzaklaştığı üslubun çok aşırı örneklerini verdi. Toplumsal gelişmeler karşısında yankılanmayı görev bilen yüksek sesli, kavgacı bir şiiri, arada İkinci Yeni'den de uzak etkiler alarak, şiir okuru olmayan ilerici aydınların da hoşuna gidebilecek söyleyişlere ulaştırdı.



1955'e doğru ortaya çıkan İkinci Yeni akımı, genellikle 1930'larda doğmuş olan genç şairleri getirmekteydi. Ama bu akıma Oktay Rifat, İlhan Berk gibi ünlü adların yanı sıra, Turgut Uyar, Edip Cansever, Ercüment Uçarı gibi yaşça daha küçük, ama şiir alanındaki yetenekleri iyi kötü belirmiş, ara kuşaktan şairler de katıldılar. 1920'lerin ikinci yarısında doğanların oluşturduğu bu kuşak tam anlamıyla arada kalmış bir kuşaktı. Bazıları çıkış günlerindeki şiir anlayışlarından kopup İkinci Yeni'ye katılırlarken, bazıları da (örnekse İlhan Demiraslan) Garip öncesindeki tutucu biçimlere yakınlık duydular.

Turgut Uyar ile Edip Cansever kısa sürede İkinci Yeni akımının sürükleyici şairleri haline gelerek. Cemal Süreya, Ece Ayhan, Sezai Karakoç, Kemal Özer, Ülkü Tamer gibi gençlerle birlikte anılmaya başladılar. Turgut Uyar'ın soluklu, uzun dizeli, düzyazı görünümlü şiiri, din kitaplarını çağrıştıran havasıyla, öyküsünü anlatışıyla. yücelik duygusu veren bir şiirdi. Anlamsızlık bir yana. kapalı da olmayan bu şiir, anlatım özellikleri, şiirleştirme yöntemleri nedeniyle İkinci Yeni akımı içinde düşünüldü. Aynı yücelik duygusu, sonraki, imgeye dayanan, kapalı şiirlerinde de sürdü. Giderek, değişik aşamalardan geçen Turgut Uyar şiirinin değişmeyen yanı, bu yücelik duygusu oldu. Hep büyük bir şiirin karşısında sarsıldı okurları. Ustalığın getireceği çoğaltıcılık dönemlerini, yetkinleştiğini sezdiği her şiir tarzını bırakıp acemisi olduğu bir tarza yönelerek kısaltan şair. biçimsel oyunlardan uzak kalmaya büyük önem verdi. Bir ara "Anlamsız şiir" diye de anılan İkinci Yeni akımı içinde anlamı kesinlikle rastlantıya bırakmayan, tam tersine, imgelerle, kapalı söyleyişlerle anlamı derinleştirmeye, yoğunlaştırmaya çalışan bir şair olarak yer aldı. Şiiri hep içerikte aradı. Toplumsal sorunlara yönelişi de, şiirinin bütünlüğü içinde hiç yadırganmayan bir görkemlilikte ürünler getirdi.

Edip Cansever de, Turgut Uyar gibi, çok sesli bir şiirin yaratıcısı oldu. Özgünlüğü kendisinden esinlenenleri damgalayıp "taklitçi" durumuna düşürecek boyutlardaydı. Bu yüzden tek kaldı. Bir ara yanına sokulur gibi olan Ahmet Oktay da tehlikeyi sezince hemen uzaklaşmak gereğini duydu. İkinci Yeni içindeki yeri, anlama verdiği önemle, Turgut Uyar'a yakındı. Anlatılamayan, anlatılamadan kalan şeyleri bulup çıkarmaya, anlatmaya çabaladı. Orta malı edilmemiş anlamları yalnız insanın iç dünyasında değil, yaşamın çeşitli dış görünümlerinde de yakalamayı başardı. Soluklu uzun şiirlere eğilim duydu. Geleneksel şiirin değişmez kuralı olarak görülen "yoğunlaştırma"ya, şiiri yakalamak için sözü sıkıştırmaya yakınlık duymadı. Dize yapısına önem vermedi. Gereksiz görülen bir sürü çizgi içinden en güzel deseni çıkarıveren bir ressam gibi yöneldi şiirsel güzelliklere.

İkinci Yeni akımının kapalı söyleyişlere düşkünlüğü, başlangıç günlerinde "Şiire anlam gerekmez", "Şiirde anlam rastlansaldır" gibi sözlerle savunulmak istenmesi bu yola giren sanatçılara, toplum sorunlarına ilgi duymayan, yaşamdan kopuk kişiler olarak bakılmasına neden olmuştu. Oysa Turgut Uyarla Edip Cansever toplum sorunlarına değinen çok güzel şiirler yazdılar. Daha gençlerin. İkinci Yeni'yle gelen şairlerin de yapıtları. işin tozu dumanı dağıldıktan sonra, serinkanlılıkla okununca, bu aykırı şiir anlayışı içinde bile, toplum sorunlarından uzaklaşmadıkları ortaya çıktı. Kimi baştan sona, kimi belli bir döneminde, kimi imgeler dünyasına çekerek, kimi simgelerle örterek toplum sorunlarına hep kafa yormuşlardı.

Karşı çıkılan siyasal bir tavır değil, şiiri arındırmak isterken iç dış inceliklerinden uzaklaştıran, ölçüye, uyağa, ahenge. en önemlisi de imgeye sırt çeviren sanatsal bir tavırdı. Şiiri yalın, basit söyleyişlere, dış dünyanın küçük yaşantılarına indirgeyen anlayışa karşı çıkılıyordu.

Böylece Garip akımı ile onun toplumsalcı uzantısı "Yaprak" şiirinden uzaklaşılarak, Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın başlangıç dönemindeki kapalı, imgeci şiirine yaklaşılmıştı. Bir de Garip'çilere karşı bu tepkiyi daha önce göstererek kendine özgü bir imgeci şiir kurmuş olan Attilâ İlhan örneği vardı. İkinci Yeni, belirleyici, açık etkilerini taşımasa da bu örneklerin bulunduğu bir ortamda biçimlendi, gelişti.

Cemal Süreya yazdığı her şiire yankı alan, kuşağının şairlerine yazma coşkusu veren sürükleyici bir sanatçıydı. Serbest nazmın. Garip akımının kullanmadığı eski biçimlerle yepyeni bir söyleyiş getirdi. Şiirin birtakım dışlamalarla daraltılmış olan sınırlarını genişletti. Özgün imgeleriyle büyük ilgi çekti, en önemlisi de zekâyı ince alayın baskısından kurtardı.

Ece Ayhan İkinci Yeni akımının en kapalı, en yadırganan şairiydi. 1959'da yayımlanan ilk kitabı Kınar Hanımın Denizleri'nde tatlı çağrışımlar, ahenkli söyleyişler, ilginç dizeler, biçim deneyleriyle görece geniş tuttuğu okur çevresini, sonraki iki kitabında inatlaşırcasına kapatılmış düzyazı şiirleriyle iyice daralttı. 1973'te Devlet ve Tabiat’da bir araya getirdiği şiirler ise daha dergilerde yayımlanırken büyük bir ilgiyle karşılandı. Ece Ayhan doğrudan yaşama yönelmiş, genellikle el altında olmayan kitaplardan ürettiği şiirini, yaşamdan üretmeye başlamıştı. Bu döneminde yazdıkları insanlarla toplumsal düzen arasındaki çatışmayı bütün acılığıyla duyuran unutulmaz başyapıtlar olarak belleklere kazındı.

Sezai Karakoç İkinci Yeni şiir anlayışını geleneğe, İslam düşüncesine bağlayan şairdi. Başlangıçta biçime daha fazla önem verirken iyice yakın göründüğü İkinci Yeni'den gittikçe uzaklaştı, düşünceyi öne aldı, düz anlatıma yöneldi.

Gülten Akın İkinci Yeni'nin yaygınlık kazandığı günlerde pek öne çıkamayan, ama incelikleriyle gene de ilgi çeken, bireysel duygulara ağırlık veren bir şiirin işçisiydi. 1970'li yıllarda toplumsal sorunlara yönelip ülke içindeki çatışmaların acılarını yansıtan şiirler yazmaya, Anadolu halkının destan, ağıt, türkü geleneğinden gelen güzellikleri çağdaş bir anlayışla işlemeye başlayınca, birdenbire büyük bir atılım yaptı, kaba güce, baskıya direnenlerin sözcüsü oldu. Kadın duyarlığının, analığın yapıcı öfkesini yansıttı.

Ahmet Oktay destan ağzını çağrıştıran bir şiirden İkinci Yeni'ye doğru gelişmişti. Bu akım içinde de biçime, biçim oyunlarına ilgi duymadı, dizelerle oyalanmayan soluklu söyleyişlere, uzun şiirlere ağırlık verdi.

Kemal Özer İkinci Yeni'den öncesi olmayan, biçime aşırı düşkün bir şairdi. "Şiirde anlam rastlansaldır" diyenlere yakın görünüyor, anlamı salt bir güzellik öğesi olarak ele alıyordu. Her sözcüğünü özenle seçen tam bir dize şairiydi. İlk üç kitabında bu anlayışı sürdürdükten sonra. İkinci Yeni akımının etkisini yitirdiği, bu akımla gelen ustaların kendi kişiliklerini yansıtan şiirlerle birbirlerinden uzaklaşmaya başladıkları günlerde, Kemal Özer birdenbire sustu. Yıllarca şiir yayımlamadı. 1970'lerde yeniden dergilerde göründüğünde şiirini değiştirme yoluna girmişti. Önceleri, öbür İkinci Yeni şairler gibi. toplumsal sorunlara, yıllarca geliştirip ustası olduğu anlayışla yaklaştı. Giderek büsbütün arındı. İkinci Yeni'ye çok uzak bir şairden, Brecht'den esinlenen şiirler yazmaya koyuldu. Bu doğrultuda geliştirdiği şiiriyle 1970 sonrasının toplumsalcı şairleri arasında yer aldı.

Özdemir İnce ilk kitaplarını 1960'larda İkinci Yeni akımının coşkulu günleri geçtikten sonra yayımlamıştı. Batı şiiriyle ilişkileri, siyasal etkinliklerin hızlandığı bu dönemde aşırılıklara düşmesini önledi. Şiirde toplumsal sorunlara yönelmenin belli bir anlayışa bağlanamayacağını biliyordu. Onun için de. düşünce dünyasındaki gelişmeler, şiirinde bir uçtan öbür uca savrulmasına neden olmadı.

Hilmi Yavuz İkinci Yeni akımının ilk günlerinde de şiir yazıyordu, ama önde gelen şairler arasında değildi. Kendini, uzun yıllar sonra, 1975'te yayımlanan Bedreddin Üzerine Şiirler adlı ikinci kitabıyla kabul ettirdi. Gene kapalı bir şiiri sürdürüyorsa da, kapalılığı sözü en aza indirerek düşünceleri, duyguları yoğunlaştırmasından geliyordu. Sonraki kitaplarında şiirini daha da arındırdı. Titizlikle işlenmiş, damıtılmış biçimlerle, bir düşünce süreci içinde varılan şiirsellikleri kâğıda geçirdi. Sözcüklerin, konuların seçiminde geleneğe bağlanmanın, uç noktaları birleştirmenin yollarını aradı.

Onat Kutlar İkinci Yeni ortalığı kasıp kavururken bu anlayışa öncülük eden şairlerin yanı başındaydı, ama şiir yazmıyordu. İçindeki şiiri öykülere dökmekteydi. Başlarken şiir de yazmış, sonra öyküde karar kılmıştı. Anlatı geleneğimizden beslenen şiirli öykülerini bir kitaptan öteye geçirmedi. Uzun süre sinemayla ilgilendi. 1970'lerde yayımlamaya başladığı şiirlerini. 1981'de Pera'lı Bir Aşk İçin Divan adlı bir kitapta topladı.

Ülkü Tamer İkinci Yeni'nin, çağdaş İngiliz şiirini yakından izleyen, çeviriler yapan. Batı etkilerine açık bir şairiydi. Özellikle 1960'ların ikinci yarısında yazdıklarıyla kapalı şiir anlayışının kusursuz örneklerini verdi. Toplumsal sorunlara yönelirken de şiirinin düzeyini düşürmedi. Yapıtlarında doğayı, doğanın ince güzelliklerini olduğu kadar, insanların sanatsal ürünlerini de değerlendirdi.

Cahit Zarifoğlu gizemsel eğilimleriyle, geçmişe, geleneğe dönük havasıyla Sezai Karakoç'u çağrıştırıyordu. Ama bu çağrışım biçimsel bir benzerlikten kaynaklanmıyordu. Öykülemeye ağırlık veren şiiriyle Cahit Zarifoğlu İkinci Yeni içinde özgün bir yer edindi.



1950'lerin sonuna doğru parlayıp 1960'larda iyice yaygınlık kazanan İkinci Yeni akımı, 27 Mayıs Devrimi'nden sonra sürekli eleştiriler almaya başlamış, kuramsal yanılgılarını taşıyamaz hale gelmişti. Bu akımla öne çıkan usta şairler, kendi kişiliklerine yöneliyor, ortak bir şiirin yürütücüleri olarak anılmak istemiyorlardı.

1965'te, Nâzım Hikmet'in yurt dışında ölümünden iki yıl sonra, Türkiye'de ilk kitabı yayımlandı: Kurtuluş Savaşı Destanı. Güç anlaşılan şiirlerden, kapalılıktan hoşlanmayan okurlar, "İşte şiir böyle olur!" yargısını verirlerken, incelmiş, derinleşmiş bir şiirin tadını almış olanlar. Nâzım Hikmet'in şiirlerini beğenmediler, daha önce üstünde durup düşünmedikleri bu değişik şiir tarzı için olumsuz yargılar verdiler.

Saat 21-22 Şiirleri, Rubailer, Dört Hapisaneden, Memleketimden İnsan Manzaraları, kitaplar birbiri ardına yayımlandıkça bu tür tartışmalar son buldu. İkinci Yeni'yle gelen ustaların Nâzım Hikmet'i övdükleri, imgeci bir şair olarak benimsedikleri. Garip şiirine de, onun uzantısı "Yaprak" şiirine de üstün tuttukları görüldü.

Yoğunlaşan toplumsal olayların etkisi, şiire İkinci Yeni'nin eteklerinde başlamış olan genç şairleri büyük oranda tedirgin ederken, ortaya böylesine değişik, güçlü bir örneğin çıkması, şiirimizde önemli dalgalanmalara yol açtı. Egemen Berköz, Ataol Behramoğlu, İsmet Özel, Süreyya Berfe, Refik Durbaş gibi genç yetenekler İkinci Yeni'den gittikçe uzaklaşarak toplum sorunlarına ağırlık veren bir anlayışa yöneldiler. Belli bir şiir kuramı çevresinde birleşmiş olmayan bu gençlerin ortak özellikleri İkinci Yeni'ye sırt çevirmeleriydi.

Egemen Berköz inceliklerini yitirmeden yenilenen bir şiiri sürdürdü. Ataol Behramoğlu çok yalın söyleyişlere yönelerek ilerici düşüncelerin şiirselliğini yakalamaya çalıştı. İsmet Özel kendine özgü şiirleştirme yöntemleriyle devrimciliği yücelten şeyler yazdıktan sonra, 1970'lerin başında, İslam dininden kaynaklanan bir gizemciliğe kaydı. Süreyya Berfe Anadolu insanının, Refik Durbaş ise kentte yoksulluk içinde yaşayan, güç koşullarda çalışanların şiirini yazmaya özen gösterdiler.

1970'lerde İkinci Yeni'nin çözülmesi, kuramsal yanlışları temizleme niteliğini çok aşmış, kapalı şiirden bütünüyle uzaklaşma eğilimine dönüşmüştü. Şiire yeni başlayan gençler Garip akımına da. İkinci Yeni'ye de uzak duruyorlardı. Elli yıllık bir deneyimden yararlanmak istemiyor gibiydiler.

Kısa sürede şair sayısında büyük bir artış oldu, ama aradan sıyrılıp eski kuşakların yazmayı sürdüren ustalarına yaklaşan, onların arasında yer alan çıkmadı. Köklü bir değişimin, her şeye yeniden başlama özleminin yarattığı bu orta düzeyde şiirin birikimini yapmayı sürdürdüğü gözleniyor.



Çağdaş Türk şiiri elli yıllık gelişmesi içinde çok değişik anlayışlarda, çok büyük sanatçılar yetiştirdi. Örnekse Nâzım Hikmet'in Serbest nazmın ilk örneklerini verdiği günlerde Necip Fazıl: Garip akımının bütün ilgileri üstüne çektiği günlerde Fazıl Hüsnü Dağlarca, Ahmet Muhip Dıranas, Ahmed Arif: İkinci Yeni'nin her şeyi ezip geçmeye çalıştığı günlerde Attilâ İlhan, Ceyhun Atuf Kansu birbirinden güzel şiirler yazdılar. Ayrı dünya görüşleri, ayrı sanat anlayışları, zaman zaman birinden biri ağır bassa da, yan yana yaşayıp gelişebildi.

Böylesine karşıt anlayışları "Çağdaş Türk Şiiri" adı altında birleştiren neydi? Ortak özellikleri mi vardı? Yoksa bu çağdaşlık yalnızca belli bir zaman dilimi içinde yazılmış olmanın damgası mıydı?

Çağdaş Türk şiirinin bütün dönemlerini, bütün akımlarını kaplayan ortak özelliklerin başında dil gelir. Bu şiirlerin dili kesinlikle yapay bir dil değil, konuşulan Türkçe'ydi. Arada aşırılığa kaçanlar, konuşulan Türkçe'den zorlama bir öz Türkçe'ye, ya da Divan edebiyatının inceliklerine kapılarak Osmanlıca'ya yönelenler oldu, ama bunlar tekil örneklerdi. Genellikle doğal gelişmesi içinde arınan, güzellikleri gittikçe dahaaçıklıkla ortaya çıkan konuşma dilimiz işlendi.

Ortak özelliklerden biri de "manzume"cilikten uzaklaşmaydı. Çağdaş Türk şiiri heceden yararlanırken manzumeciliğe düşmemek gibi son derece güç bir işi, her döneminde başarıyla gerçekleştirdi.

Akıl erdirilmesi hayli zor bir ortak özellik ise, İkinci Yeni gibi Fildişi Kule'ye çeken kuramlarla gelmiş bir akımı da içinde barındıran elli yıllık çağdaş Türk şiirinin, her dönemde — en yoğun baskılar altında bile — yaşamla ilişkilerini korumuş, toplumsal kaygılardan hiçbir zaman uzaklaşmamış olmasıdır. Çağdaş şairlerimiz toplum sorunlarına hep ilgi duydular, doğrudan bir kavgaya girmediklerinde de, değerlendirmeleri, yaklaşımları, seçmeleriyle bir açıyı, bağlandıkları dünya görüşünün açısını ortaya vurdular. Nâzım Hikmet gibi, Necip Fazıl da bir kavga adamıydı. Arif Damar'ın şiirine memleket kaygısı nasıl yansıdıysa, Cemal Süreya'nın şiirine de öylece yansıdı. Çağdaş Türk şiirinin korunmasız kalması, kapıların dışında bırakılması, öncelikle bu özelliğinden, kendi görüşünü savunmaktan çekinmeyen, özgürlüğüne düşkün sanatçılar elinde gelişmiş olmasındandır. Çağdaş Türk şiiriyle kapıkulu sanatçı geleneği kesinlikle son bulmuştur.



Son elli yıllık şiirimizin birçok bakımdan eski şiirimize benzememesi genellikle Batı etkilerine yorulur. Bu görüşte gerçek payı büyüktür, ama çok da abartılmaması gerekir.

Oktay Rifat şöyle diyor:



"Bugünkü Türk müziğinin tek sesli Enderun müziğinden, bugünkü resmimizin, tezhip, yazı ve minyatürden türemediği nasıl bir gerçekse, bugünkü Türk şiirinin de Divan şiirinden türemediği öylece bir gerçektir. Yeni şiirimizin Tanzimat'tan sonra gelişen yenileşme şiiriyle, yönünü bulma bakımından bir ilişkisi varsa da doğrudan doğruya bu şiirden türediği ileri sürülemez. Bugünkü şiirimiz Halk şiirinden de türememiştir. Türeseydi belki iyi olurdu ya, ne yapalım ki, böyle olmamış. Batı'dan mı aktarılmıştır öyleyse? Buna da tam olarak evet diyemeyiz. Batıdan teknik olarak, tema olarak, düşünce olarak çok şey alınmıştır, ama tam anlamıyla bir aktarma yoktur ortada. Böyle bir aktarma, ayrıca, olanaksızdır. Öyle ise nasıl türemiştir bu şiir? Bana kalırsa, her toplumda olduğu gibi, yeni Türk toplumunda da doğal olarak ozanlar çıkmış, bunlar türlü etkiler altında, daha çok Batı etkisinde şiirler söylemişler ve bugünkü şiirimiz meydana gelmiştir... Böylece doğuştan yeni olan bu şiir, sonradan gözlerini geriye çevirerek, Divan şiiriyle, hele Halk şiiriyle sıkı bağlar kurmak istemiştir. Ama çok sesli müziğimiz, bütün çabalara karşın, nasıl tek sesli müzikle bir ilişki kurmamışsa. yapılanlar nasıl yüzeyde kalmışsa. Divan şiiriyle arada köprüler kurmak çabası da öylece yüzeyde kalmıştır ve kalacaktır. Buna karşılık eski büyük halk ozanlarıyla olan akrabalık günden güne artacak, sonunda tam bir kaynaşmaya varılacaktır sanıyorum."



Çağdaş Türk şiirinin kaynakları konusunda işin içinde yaşamış bir kişinin görüşlerini getiren bu sözleri Oktay Rifat 1973'te söylemiş. Sonraki yıllar bu saptamaları doğrulayan yönelişlerle geçti. Çağdaş Türk şiirinin en soyut örneklerini verenlerin bile halktan kopukluk suçlamalarına, her zaman, nerdeyse öfkeyle direnmiş olmaları, bu "kaynaşma"ya duyulan dinmez özlemin, tersten, ama çok güçlü bir belirtisidir.





Memet Fuat

Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi – Giriş

Adam Yayınları, 11. Basım, 1997
















ŞİİRİN VAZGEÇİLMEZ ÜÇ DÖNEMİ

Abdulhak Hamid, "En iyi şiirlerim yazmadıklarımdır," demiş ya, dogrusu "yazamadıklarım olmalı; öylesine derin ve güçlü duygular, heyecanlar yaşamış ki, salt bu yüzden onları bir türlü şiire getirememiş... Hamid' in, şiiri bir türlü gereğince anlamadığı bundan da belli. Şiirin en iyisi, en güçlü, en yüce duyguları, heyecanları anlatanı değildir ki... Daha da ileri gidebiliriz ve şiir duyguları, heyecanları anlatmaz, şiirin uyandırdığı duygu, heyecan, yaşamdaki duygu değildir, olsa olsa ona benzer, o kadar, diyebiliriz.
İşte bu yüzden de, "Şiirin kaynağı yaşam değildir, gene şiirdir," demişler. Ama "Şiirin kaynağı yaşam mıdır, yoksa gene şiir midir?" sorusu dar tutuldu mu, ortaya iki karşıt anlayış çıkıyor ki, bu iki anlayışın çatışması, verimli bir eylem doğuracağına, bir kısır döngüye gelip dayanmaktadır. Çünkü gerçekte yaşam ile şiir arasında böyle bir karşıtlık yoktur. Bir ozan, yaşadıklarını olduğu gibi, yaşamadıklarını da birer gereç olarak kullanabilir ve diyelim ki bunların çoğunu da yaşamdan değil, şiirden, şiirlerden öğrenir. Şiirin bu dönemi, biriktirme dönemi diye adlandırılabilir. İşte bundan sonradır ki şiirin kendi dönemine sıra gelir. Orada ozan, yaşamış olsun, yaşamamış olsun, elindeki duygulara, heyecanlara birer düşünce olarak, soğukkanlılıkla bakacak, nerede ise bir bilim adamı gibi çalışacaktır. Artık bu dönemde, "Elimde duygular, heyecanlar öylesine güçlü ve derin ki şiir yazmaktan beni alıkoyuyorlar," diye düşünmek ancak ozan olmamakla açıklanabilir bir durumdur.
İşte genel olarak şiir okurunun ister istemez yabancı olduğu, anlamadığı, belki de anlayamayacağı dönem bu dönemdir, uğraş dönemidir, herkese kapalıdır, giderek büyülü, gizlerle dolu bir çalışma sorunudur bu.
Ama bir ozan salt bu dönemin kendine özgü yapısına çokça kapılarak, şiirin okura bütün bütün yabancı olduğu kanısına çokça varırsa, bence yanılır. Çünkü böylece yalnız ilk dönemi görmezlikten gelmiş olmakla kalmaz, benim üçüncü dönem olarak adlandırmak istediğim, şiirin yeniden okura, yaşama dönüşü dönemini de yadsımış, yoksaymış olur. Gerçekte ozanın işi, bir bilim adamı gibi çalışıp yarattığı dönemde bitmiş değildir; şiirin tamamlanması, onun yeniden yaşama dönmesi ile olur. İşte artık bu dönemde, ya da bu dönem yüzünden ozan, toplumsal ödevinin bilinci sorunu ile karşı karşıya gelir.
Bunun gibi, şiirin kendine özgü tekniklerine, salt anlaşılmak için boş vermek, şiiri yaşanmış duygular ve heyecanlarla çırılçıplak bırakmak, kimi ozanlarca sanılıyor ki, okurla yakınlık kurmanın, tek yoludur. Oysa bir şiirin kolaylığı, aykırı görünse de, zorluğundan doğar; başka bir deyişle, okurun bilemeyeceği, bilmesi gerekli de olmayan birtakım uğraş güçlükleri, ancak ozanın ustalığı ile yenilebilir ve böylece şiir, neredeyse damıtılmış olarak okura sunulur. Ama bu güçlükler, ne küçümsenmeli, ne de gereğinden çok çapraşık sayılmalıdır. Bunun ölçüsünü, ozan, kendi başına bulacaktır.


Melih Cevdet ANDAY
















ŞİİR ÜZERİNE


Bizde olsun, Batı' da olsun, şiir üstüne ama ozanlarca
yazıları okurken kendi kendime, "Ozanlar şiir üstüne niçin yazarlar?" diye sorarım. Sözgelişi bir ozan, "Somutlayın!" ya da, "İşe düşünceden başlamayın!" diye yazmakla, şiirin kendince bir gizini yakalamıştır da, kendinden sonra gelen ozanlara yol mu göstermektedir? O ozanın, şiir sanatına beslediği sevgiden ötürü böyle özverili bir davranışa yönelmiş olduğunu benimsesek bile, öğütlere uyularak şiir yazılamayacağı gerçeği, bu özgeç davranıştan umulan yarara bel bağlamamamızı gerektirir. Gerçekten de, şiir üzerine verilen öğütler, ancak yaratıcılık sırasında doğrulanınca değer kazanır ki, bu da o öğüt içindeki gerçeğin yeni baştan bulunması anlamına gelir. Böylece bizden önceki ozanların kendi deneylerine dayanarak ortaya attıkları - deyim yerinde ise - kuramlar, ancak kendi şiirleri ile bir arada ele alınınca değer kazanır; demek ki sürekli bir etkileri olamaz.
Öyle ise, şiir üstüne ozanlarca yazılan yazıları, açıklama, belki de savunu olarak görmek gerekecektir. Ama bir ozanın, şiiri ile yetinmeyip şiirini açıklamaya, savunmaya kalkması nedendir? Ortada yaratılan bir şiir varken, bu şiirin nasıl yaratıldığını, hangi yöntemlere, kurallara ve kuramlara uyularak yaratıldığını öğrenmemizde ne gibi bir yarar umuluyor? Dayanağı kuramları bilmeden de güzel bir şiiri sevebileceğimize göre, ozanın bu türlü bir çabası gereksiz olur; demek ki açıklamadan ya da savunmadan umulan yararı sağlamaz.
Ayrıca kimi ozanların, kendi şiirleri üstüne olsun, genel olarak şiir üstüne olsun (ki ikisi bir kapıya çıkar) açıkladıkları görüşler, bakıyorsunuz, çoğu zaman kendi şiirlerini tutmuyor; kuramlar, yöntemler bir yanda, şiirler başka bir yanda. Böylesi, şiirle şiirin kuramları arasında hiçbir ilinti bulunmadığı kuşkusunu uyandırmaktadır. Başka bir deyişle, ozanların çoğu, şiir üstüne birtakım kuramlar, kurallar, yöntemler öğreniyorlar, ama onlardan birini bile şiir yazarken uygulamıyorlar, şiirlerini gene de göreneğe, geleneğe, bakarak yazıyor, ama düşünür görünmek hevesinden ötürü birtakım şiir bilgilerini sayıp döküyorlar. Bunu konumuzun dışında sayalım.
Ama birtakım büyük Batılı ozanların, sadece şiir yazmakla yetinmeyip şiir üzerine de yazmalarını nasıl anlamalı, nasıl yorumlamalı? Bunu, yeni bir şiirin yadırganmaması, okurun o yeni anlayışa alıştırılması için eğitimsel bakımdan gerekli saymak da doyurucu, kandırıcı bir düşünce değildir. Çünkü bu görev, ozandan çok eleştirmenlere, edebiyat tarihçilerine, edebiyat öğretmenlerine düşer.
Şiirin tarihindeki bu çeşit en önemli yazılara bakarsak, belli bir dönemde ileri sürülen yeni bir şiir anlayışının, kendi çağı içindeki felsefi, giderek bilimsel akımların hizasında bir uç olduğunu görürüz. Başka bir deyişle, bu çeşit önemli görüşlerde, bir öğüt, bir savunu aramak boşunadır; ozan burada, artık bir uğraşın adamı olmaktan daha ileri çıkmış, düşünür katına yükselmiştir. Bilim adamları için de durum buna benzemiyor mu? Bakıyorsunuz, çekirdek fiziğinde ortaya yeni bir buluş atan bir fizikçi, buluşunun önemi oranında bir felsefi görüşe yönelmekten kendini alamıyor, genel bir doğa yorumuna, oradan insan anlayışına, ahlaka ve edebiyata dek yöneliyor. Şiirinde kendi çağının düşünüşüne varan, giderek o düşünüşü zorlayan ozan da, bunun gibi, artık kendi uğraşının içinde kalmaktan çıkar, çağdaş düşünce yaşamındaki yerini almaya yönelir.

Melih Cevdet ANDAY
BENİ BU ŞİİR DOĞURDU



M. Mahzun DOĞAN





Eylül ayıydı. Yıl: 2003. Ankara’da, Çankaya’daki evimden çıkıp yürüdüğümde, sokağımdaki at kestanelerinin kızarmış yaprakları dolanıyordu ayağıma. Hüzün mevsimiydi... Mevsimin etkisinin ötesinde hüzün bulutlarıyla yüklüydü göğüm. Dostlardan, arkadaşlardan, sevdiğim kadınlardan bile uzak duruyordum. Yaşam, nasıl da anlamsızlaşıyordu! Nefes almak bir yüktü sanki... Sabahlara uyanırken, yatağımda gözümü açar açmaz gördüğüm aydınlık, at kestanelerinin konuğu kuşların şarkısı, ışıldayan güneş, geceleri süsleyen yıldızlar... Her şey nasıl da anlamsız... Ve intihar ülkesine bir yolculuk ne kadar yakın... Yalnızlık bir girdap gibi çekiyordu. Hem seviyordum bu girdabın içinde yok olmayı, hem de sorguluyordum kendimi: “Ey Mahzun Doğan, sen bunca karamsarlığa düşecek, yaşama bunca yenilecek, köşelere çekilecek adam mısın?”

İşte böylesi duygular içinde, rakıya ve müziğe vurdum kendimi... Yaşama delice, umutla sarıldığım, aydınlık günlerin düşüyle kendimi bile unuttuğum gençlik yıllarım geliyordu sürekli gözümün önüne... Bu duygu durumuna denk düşen müzikler dinliyordum... 1970’li yıllarda ruhumu besleyen müzikleri... Ruhi Su, Rahmi Saltuk, Zülfü Livaneli, Ali Asker, Mahzuni Şerif, Aşık İhsani, Sadık Gürbüz, Selda Bağcan... Anılarım tuttu elimden... O, anılarda kalan güzelliklere, unutulmayan dostluklara, peşinden koştuğum, gerçeğe dönüşeceğine adımdan daha çok inandığım ütopyalara döndüm. Oradan başlayabilirdim yaşamla barışmaya... O anılara yakışan bir yüz edinebilirdim yeniden, onların görkemiyle besleyerek ruhumu... İçine düştüğüm karamsar tablo, benim yaşamım olamazdı. Özür dilemeliydim anılarımdan...

Böyle bir gecede yazdım “Bağışlanamam” şiirini. Unutmam, şiiri bitirdiğimde, gecenin ilerleyen saatleriydi. 03 falan... Ortaokul yıllarından bu yana arkadaşlığıyla, dostluğuyla güç bulduğum sevgili Serdar Şengün’e telefonda okudum. Yetmedi, bir arkadaşıyla kalkıp bana geldiler... Yeniden yeniden dinlediler şiiri, o alkole ve hüzne batmış sesimden... Sabaha doğru... Ve yine unutmam, Can Yücel’in CD’sini koymuştum müzik setine... Can Baba’yı da dinlemiştik o gece...

Şimdi gelelim şiirdeki ayrıntılara...

Şiirin ilk bölümü şöyle:

“Gençliğimin kenar süsü yazlık sinemalar

Çınaraltı, Ülkü… Beyazperdeden arkadaşım Melike Demirağ

Gecelerimi aydınlatan ayışığı, bağışlama beni

Kırk yıl damarımda açan çiçek, ey güzel ütopya

Bağışlama. Bağışlanamam.”

Yazlık sinemaları, son demlerinde tanıdım. 1979 yılıydı ailemin İzmir’e göçmesi. Öncesinde tanıma şansım yoktu. Türkiye coğrafyasının batısında olmakla birlikte, uygarlığın bütün ürünlerinden uzak, sonradan doğuda gördüğüm kimi mezralardan bile geri, yüzyıllarca geride yaşayan bir köydü çünkü doğup büyüdüğüm yer... 1979’da ailem İzmir’e göçtüğünde ben, Manisa Demirci İlköğretmen Okulu’nda yatılı öğrenciydim. O yıl, yaz tatilinde artık o küçücük Düzlüce Köyü’ne değil, İzmir’e gidecektim. Ağabeyim aldı beni terminalden. Bilmiyorum çünkü İzmir’i... Bindiğimiz otobüs, Konak Meydanı’na yaklaşınca denizi gördüm. Deniz! O ne büyülü bir andı. Artık okyanuslarda kulaç da atsam, o deniz değil bu! O büyü başka birşey...

İzmir’in Buca ile sınırında, Şirinyer’de bir kenar mahalle... Konak’tan bindiğimiz ikinci otobüsün bizi götürdüğü yer... Artık yazlar o mahallede geçiyordu. Televizyonumuz bile yoktu evde. Gürçeşme’de oturan ablamlara, “Kaçak”, “Dallas” v.b. dizileri izlemeye giderdik. Onların bir televizyonu vardı: Siyah beyaz. Bütün televizyonlar siyah beyazdı o yıllarda... Renk girmemişti henüz Türkiye’ye... Özal’lı yılları bekliyordu renkler... Gece ablamlardan yaya olarak dönerken, yanından geçtiğimiz bir yazlık sinema vardı: Sarıçam Sineması. Yalnızca akşamları film gösterimi yapılırdı. Yazlık sinemada gündüz film gösterimi olmaz ki... Sinema yönetimi, oynatacağı filmleri, mahalle aralarında dolaşan kamyonetlerle duyururdu. Hoparlörden, filmin adı okunup, “Bu akşam sinemamızda...” denirdi. Kamyonetin her bir yanında ise filmin afişleri... O sinemada, İzmir’deki adıyla “çiğdem” çitleyerek, az film izlemedim. Ferdi Tayfur’un oynadığı filmlerdi çoğu... Bir de, Rahmi Saltuk’un (O da sinema sanatçısı değil ama...) oynadığı ve yönettiği “Almanya Acı Vatan”ı orada izledim...

Sonra, İzmir’in ünlü Ülkü Sineması vardı. Yine yazlık... Orada ise başrollerinde Yılmaz Güney’le Melike Demirağ’ın oynadığı “Arkadaş” filmi ile Tarık Akan’ın rol aldığı “Maden” filmini izlediğimi anımsıyorum. Şiirimin ilk bölümündeki sinema adlarından Ülkü bu anıları taşır. “Çınaraltı”ise yanlışlıkla girdi bu şiire. Kastım, Sarıçam Sineması’ydı ama, o şiiri yazdığım gece adı usuma yanlış olarak, “Çınaraltı Sineması” şeklinde geldi. Öyle girdi şiire. Artık değiştirmeyeceğim.

Yılmaz Güney, benim idollerimden biridir. Che Guevera gibi, Deniz Gezmiş gibi, Mahir Çayan gibi... İyi ki öyle! Hâlâ anısıyla kendimi onardığım bir insan... Onunla aynı filmde oynayan Melike Demirağ’sa, idol düzeyinde olmasa da, sevdiğim bir sanatçı. Şiirimde, “Beyazperdeden arkadaşım Melike Demirağ” derken, o güzelim “Arkadaş” filminin adına da bir gönderme var zaten. Yoksa, Melike Demirağ’la tanışmışlığım bile yok... Ama arkadaşım işte...

“Kırk yıl damarımda açan çiçek, ey güzel ütopya” mı? Vallahi komünizm. Hâlâ güzel ve hâlâ ütopya...

Gelelim şiirin ikinci bölümüne:

“Taş duvarları Demirci Hapishanesi’nin

Avlusunda güneşi öptüğümüz fotoğraf

Dilimden düşmeyen slogan: Bir ki…

Çocuk bakışlarımı güzele boyayan

Eskimiş yanlarımı onaran yeşil vadi

Beş yüz yıldır kalbimi ısıtan Mona Lisa”

Burada ne çok görüntüyü üstüste bindirmişim böyle... Ben bile şaşıp kalıyorum. Demirci Hapishanesi... 1970’li yılların ikinci yarısı... Ortaokul ve lise öğrenciliğim... Hemen her gün olay var okulda... Arkadaşlarım alınıp alınıp götürülüyor polislerce. Bazen uzun yatıyorlar içerde, bazen yalnız birkaç gün... Ama tutuklanan, göz altına alınan arkadaşımızın hapishane çıkışında, toplanıp gidiyoruz... Bir şölene dönüyor Hapishane çıkışı... Marşlar, sloganlar... Orada, Demirci Hapishanesi’nin (Demirci, Manisa’nın ilçesi) önünde, Şevket Uzun adlı bir dostumun hapishane çıkışında çektirdiğimiz bir fotoğraf var... Siyah beyaz bir fotoğraf karesinde en az 30 kişiyiz... Bu dizede anılan “güneşi öptüğümüz fotoğraf”tır o! Hâlâ durur albümümde.

“Dilimden düşmeyen slogan” mı? Şiirde, “Bir ki...” deyip bıraktığım... Hani, anımsayan anımsasın, dercesine... “Bir, ki, üç, daha fazla Vietnam”. Bütün mitinglerimizde, gösterilerimizde attığımız sloganlardan biriydi.

“Çocuk bakışlarımı güzele boyayan / Eskimiş yanlarımı onaran yeşil vadi”, Salihli’dedir. Manisa’nın Salihli İlçesi’nde... Bozdağ diye bir yer. Demirci Öğretmen Lisesi’nden arkadaşlarla yıllar sonra yeniden buluşmaya başladığımızda, ilkini Dikili’de yapmıştık. Sonra Bozdağ’da buluştuk. Ordaki tesiste, sabah, daha doğrusu öğleye doğru uyandığımda, balkona çıkıp arkadaki manzarayı seyretmiştim. Müthiş bir vadiydi... Şenlenmişti gözüm ve gönlüm... Şiirde anılan vadi orasıdır.

Mona Lisa’yı sormayın n’olur?

Şiirin üçüncü bölümüne geçelim:

“Sevdiğim kadınların dokunduğu kapı zilleri

Sen de ey kayısı ağacı, gövdene dayayıp sırtımı

içtiğim şarap: Öküzgözü, Buzbağ

Alnımı okşayan akşam rüzgârı, saçımı savuran

Ekmek torbamda taşıdığım kitap: Memleketimden İnsan Manzaraları”

Yaşamımda en mutlu olduğum anlar, sevdiğim kadınların gelişiydi galiba... Onu bekliyorsun, sabırsızsın, dolanıp duruyorsun ortalıkta... Zil çalıyor... Daha ne ola ki! İşte o anlardan özür diliyorum. O mutluluktan, coşkudan...

Kayısı ağacı mı, hani o gövdemi dayayıp şarap içtiğim... Ankara Yenimahalle’de, belediye otobüslerinin son durağına on metre mesafede, Esentepe Sokak’ta oturduğum evin bahçesi... Orada bir kayısı ağacı vardı. Yıllar sonra, dostlarım Fikri ve Yurdan Akbin’i evlerine bırakmak için gitmiştik bir gece... Arabadan indiğimizde, onları evlerine yolculadıktan sonra, gidip baktım, yıkılmış buldum o evi. Anılarımda, yıkılmamış haliyle duruyor ama... Yaz akşamları, o bahçede, öğrenci bütçesinin elverdiği şaraplarla (Damacanaydı ama... Şişede... Şimdiki gibi plastik değil yaşam) geçen anlar... Sevgili Ağabeyim (Ramazan), yenice öğretmen olmuştu. Saçları dökülmemişti henüz. İzmir’den okuluna (Ordu, Ulubey İmam Hatip Lisesi) giderken uğramıştı... Sakarya’da içtik biraz. Eve vardık, şarap aldık eve giderken de.. O kayısı ağacının dibinde, şarap içerken, Nevzat Çelik’in “Şafak Türküsü”nü ezbere okumuştu. O yıllarda dinlemezdim Ahmet Kaya’yı... Meğer o bestelemiş bu şiiri... Nereden bileyim. Unutmam, “Ağbi, senin şiirin mi yoksa?” diye sormuştum. Etkilemiş, sarsmıştı. Anılan işte o kayısı ağacı. Artık olmayan...

Ve daha da geriye savruluş: Henüz ilkokul öğrencisiydim. Köyümüzde... Okulun olmadığı günler, yani ki yaz ayları, gündüzler kırlarda öküz otlatarak geçerdi. Öküz otlatmaya giderken, sırtımda bir parça ekmek, bir kaç domates, belki haşlanmış bir yumurta bulunan azık torbam olurdu. O torbamda kitaplar olurdu bir de... Azık torbamda taşıdığım kitaplar arasında, “Aşık Veysel”, “Karacaoğlan”, “Köroğlu”, “Kerem ile Aslı” kitaplarını anımsıyorum... Bir de, Yılmaz Güney’in, “İki Ekmek, Kapı ve Pencere Camı İstiyoruz”unu... ve “Memleketetimden İnsan Manzaraları”nı. Nâzım Hikmet’in o eşsiz kitabı... O küçücük çocuğun torbasında ne arıyordu? Çocuk muydu arayan, kitap mı?

Geçelim...

“Dikiş tutmaz yaram, ruhum yama istemiyor

Yalvarsam, yıkar mı ıslığımı anılar?

Sorularım bana bıçak, sorduklarıma meze

Yorgunum, ne yana kulaç atsam”

Bu dizelerse, başta anlattığım ruh halimi veriyor. Anılara yalvarmak, o gençlik yıllarımdaki coşkulu ıslığı yeniden edinmek arzusu... Bunca örselenmişlikten sonra... Gel gör ki, sorularım beni kanatıyor ancak... Bu nasıl bir yalnızlık hali! Birilerine sorsam da, konuşsam da içkisine meze ediyor.. O kadar... “İnsan yalnızdır”a çıkan bir süreç oluyor konuşmak...

Şiirin bitişi, aynı duygu durumunun anlatımı:

“Artık ne bir liman, ne bir güneş

bir daha doğup batmak üzre

Kaldığım yer neresi, kuş olsam

fenerini söndürür gök, yağmur boşanır

Bir saçakaltı bulamam



Bırakayım bir boşluğa, sallansın bedenim

Ya da uzan elim uzan, yastık altında uyuyor revolver”

***

Beni bu şiir doğurdu. Hâlâ nefes alıyorsam, aranızdaysam, yeni dizeler yazıyorsam, bu şiire borçluyum. Anılarım, beni bağışladı mı bilmiyorum. Ama, “Bağışlanamam” demiştim zaten...



Ankara, 8 Ekim 2004


ŞİİR ÜSTÜNE SÖYLEŞİ NOTLARI 1.
Benden veya benim kuşağımdan önce yazılmış şiirleri kendi değerleriyle başbaşa bırakarak araya kesin bir çizgi çizdiğime inanıyorum. Bu çizginin başlangıç noktasına, oluşumuna, bugüne gelişine, kısacası belli bir şiir sürecinin ayrıntılarına değinmek istemiyorum.
Oteller kenti, şiirimin vardığı son durak değil elbette. Ne var ki, bundan sonra şunu şunu amaçlıyorum da demiyorum. Çünkü amaçlamak, özel olsun, biçimsel olsun şematizmin şiirde geçerli olduğunu kanıtlamak anlamına gelir ki, bu da şiirin özgül işleyişine ters düşer.

2.
Bireyi toplum içinde somut olarak görünür duruma getirmek, giderek daha da derinlerine inerek, onun içsel dramını kurcalamak cabasındayım.

3.
Şiirle düşünmek! yalnızca buna inanırım. Şiirle düşünmenin karşıtı felsefe yapmaktır. Felsefe ise şiirin temeli olan imgeyi dışlar. Gene felsefe duygusallığa da karşıdır.
Şu da var: Uzun şiirlerimde hiçbir sorunsalı yanıtlamaya kalkışmam. Sorular sormaya, bu soruları çoğaltmaya (ama yanıtsız bırakmaya) çalışırım hep. Nedeni, yazdıkça bilmediklerime, tanımadıklarıma, daha önce duyup düşünmediklerime rastlarım da ondan. Zaten insanın iç dünyasını kesin olarak tanıtlamak demek, saltık insanı yokken var etmek anlamına gelmez mi?

4.
Büyük büyük sorunlara el atmak şiiri küçültebilir kanımca. (Ayrıca büyük sorunlar nedir, küçük sorunlar nedir, bu da başlı başına bir tartışma konusudur.) Örneğin pek yaygın olan Hamlet tipini günümüz aydınıyla karşılaştırdığımızda , Hamlet'in kişiliğinde daha bir büyüklük ya da derinlik bulabileceğimizi hiç sanmıyorum. Şair yetinmesini bilmeli; büyüklüğü, derinliği dilde aramalıdır.

5.
Bütün sanatların şiire, şiirin de sanatlara katkısı vardır elbette. Örneğin Oteller Kenti' nin "Sera Oteli" bölümündeki düzyazısal şiirler dikkatle okunduğunda görülecektir ki, dizelerden daha yoğun bir dizeler bireşimi ön plana geçmektedir. Bu böyleyse, bir düzyazı örgüsü, bir düzyazı dokusu şiiri çerçevelemiyor, bunaltmıyor, onun özgür yapısını kısıtlamıyor demektir.
Uzun şiirlerimdeki öykü öğesine gelince, öyküden çok bir "anlatma" söz konusudur burada da. Ayrıca her şiir önünde sonunda (az ya da çok) bir "anlatma" değilse nedir?
Ekleyeyim : Sait Faik' in "Hişt Hişt" öyküsünde ne kadar şiir varsa, benim şiirlerimde de o kadar öykü vardır.
Diyebilirim ki, bütün sanatsal türler, şiirin potasında eriyebildiğince, şiirin doğal gereçleridirler.

6.
Dünya yazınında bütün yazın türleri iç içe geçebiliyor. Bizde ise bu tutum yadırganıyor nedense. Bence bu karşılıklı trafiği yadsımak, şiirimizi alışkanlıklardan kurtararak çeşitlendirememekten, onu dünya şiirinin süreci dışında düşünmekten başka hiçbir anlama gelmiyor.

7.
Şiirlerimdeki kişiler satranç taşlarına benzerler. Onlar, düşsel ya da gerçek, bende olup bitenlerin toplamıdırlar olsa olsa.
Gene de...
Şair kendi özel kişiliğini şiirinin ardında gizlemesini iyi bilmelidir. Forster, "Yazarın yüzü okuyucunun yüzüne çok yaklaşıyor," der.

8.
Güzellik düşündürücüdür. Bu yüzden de lirizmle hiçbir ilişkim olmadı diyebilirim. "Liriği söyleyen kimse, kendi duygulanışının bilincinden çok, duygu anının bilincindedir," der James Joyce.

9.
Oteller Kenti'inde yalnızca insanlar insanlara yaklaşıp kopmuyor. Onların yedeğinde nesneler de aynı işlemi sürdürüyorlar.
Üçüncü bölümdeki üç kavas, zaman kavramını ortadan kaldırmakla görevli. Acılarını iyi tanıyan Bayan Sara ise, cin kadehlerinin eşliğinde değişik bir orkestraya katılıyor; "Dişi bir İsa gibi" kendi kendini yaşama ya da ölüme çiviliyor. Doğrusu iyi bilmiyorum, yaşama mı, ölüme mi? Bütün bildiğim bilemediklerimden sızan bir kan gibi kitabı kendi rengine boyuyor.

10.
Köklerinden aldığı suyun yeterliliğini ya da yetersizliğini bir ağaç ne kadar bilebilirse..

Edip CANSEVER

--------------------------


Şiirin Toplumsal Görevi..


Doğrudan doğruya büyüyü gerçekleştirmek amacıyla, ölçülü koşuk kullanılarak yazılmış şiirsel değeri olan, ilkel büyü şiirleri ve türküleri vardır: Kem gözden sakınmak, bir salgını geçirmek ya da bir Tanrıyı yatıştırmak amacıyla yazılırdı bunlar; ilkel toplumlarda bu tür şiirlerin kesinlikle bir toplumsal işlevi olduğu da söylenebilir.

Şiir daha önce dinsel törenlerle ilintiliydi; ve ilâhilerde, karşılıklı okunan dualarda, art arda söylenen ezgilerde şiiri bugün de toplumsal bir amaçla kullanıyoruz. Epik ve masalın ilkel biçimleri, tarih olduğu öne sürülen bilgileri aktarıyordu: Ayrıca dinleyicileri duygusal açıdan etkilemesini bir yana bıraksak bile, ilkel öykü anlatıcının, yoğun içeriği olan bir öyküyü anlatırken akılda kalmasını sağlamak için ölçülü koşuk biçiminden yararlanmalarını anmadan geçemeyiz. Daha ileri toplumlarda da, örneğin eski Yunan'da, şiirin herkesçe tanınan toplumsal görevi oldukça açıktır. Tiyatro, başlangıçta dinsel kökeni olan bir topluca kutlama olayının parçasıydı; "Pindaric odd" (müzik eşliğinde söylenen ve adını Yunanlı şair Pindarus'tan alan bir övgü şiiri) belli bir toplumsal törenle ilintili olarak gelişti. Bugün bile "lirik"in —topluluk önünde bir ya da birkaç kişinin müzik eşliğinde okuması için yazılan şiir— ve şiirsel tiyatronun, özellikle bir kişinin tek basmayken okuması için yazılan şiirden ayrı bir toplumsal görevi olan şiir türleri olduğunu söyleyebiliriz...

Güzel bir lirik'i ya da değeri kanıtlanmış şiirsel bir oyunu, bir topluluğa sunulduğunda izlediğimiz, ya da daha önce kendimiz okuduğumuz zaman, tadına daha çok varırız; giderek, lirik'in ya da oyunun toplumsal görevi, herhangi bir şiir türünün aynısı oluyor bir yerde. Başka bir deyişle, şiirin toplumsal görevinin ya da şairim işlevinin, ancak bir topluluk önünde okunan şiir türünde ortaya çıktığını söyleyemeyiz...

Ne duygu ve düşüncelerimizi dile getirmek için şiiri kullanabiliriz, ne de şiir yazmak için yaşantıların ve bilginin ardından koşabiliriz. Büyük şair dediğimiz adamlar çoğunlukla geniş ilgi alanları olan kimselerdir. Ama en azından şair olmalarının başlıca nedeni, öğrendiklerini, düşündüklerini ve bunun yanı sıra insanlarla olaylar konusundaki yaşantılarını sağduyuları ile özümlemiş olmalarıdır...

Nasıl bir insanın yurttaş olarak ilk görevi ülkesine yararlı olmaksa, onun da şair olarak ilk görevi ülkesinin diline yararlı olmaktır. Önce o dili korumakla yükümlüdür: Dilini kullanırken onu güçsüzleştirmemeli, kabalaştırmamalı, yozlaştırmamalıdır. İkinci göreviyse o dili geliştirmek, zamanına uygun kılmak ve bilinmeyen olanaklarını araştırmaktır...

Öte yandan gerçek şair, başkalarının da paylaşabileceği bir duyarlığın yeni görünümlerini, yeni çeşitlemelerini bulup çıkarır. Onları dile getirirken de, kendi okurlarının sınırlarını aşarak çok daha geniş bir kitlenin yararına, dili geliştirir ve zenginleştirir.


T. S. Elliot
Şiirin Toplumsal Görevi
TÜRK DİLİ D. Mart 1971


-----------------------------------------------------